Farklı olmanın cezası sabittir!

Oysa ne güzeldir hayattan bihaber öyle yaşayıp gitmek. Farkında değilsindir hiçbirşeyin... ne güzel!

Yatarsın, uyursun hiçbirşey düşünmeden... sananedir senden gerisi?

Yapabilseydim gözlerimi kapatmak isterdim gördüklerime, kulaklarımı tıkamak duyduklarıma... öyle yaşayıp giderdim bende duymadan, görmeden, bilmeden!

5 Mayıs 2010 Çarşamba

UMUT


Bir UMUTtur yaşatan insanı!
Onun adını UMUT koydum ben...
UMUT Hasdal Rehabilatasyon Merkezi' nde geçici olarak kalıyor.
Eğer Umut' a bir yuva bulamazsak en iyi ihtimalle sokağa atılacak
Büyük olasılıkla ormanlara, çöplüğe...
Artık dağıtıma çıkan şöforun insiyatifine kalmış nereye canı isterse oraya
Evet ciddiyim şaka yapmıyorum
Ne sanıyorsunuz
Barınaklar 5 yıldızlı otel her gelene kapılar açık
Yok öyle birşey!!!

Umut küçük henüz
Ayrıca başına ne gelmişse gelmiş
Çok ürkek, sessiz bir oğlan
Bu ürkekliği ile ormanlarda sokaklarda hayatta kalabilmesi mümkün değil
Umut' a yuvanızı açar mısınız?

Bakmayın burada böyle göründüğüne
Bir parça sevginizle birkaç günde toparlar
Pırıl pırıl olur
Tek ihtiyacı olan biraz sevgi, bir kap yemek, biraz su
Severseniz ürkekliğini atar üstünden hemen

Ben oğluşumu barınaktan getirdim
Bırakın böyle poz vermeyi insan görünce köşe bucak kaçardı
Şimdi efe oldu
Bahçeye yabancı köpek bile sokmuyor ufacık boyuyla
Düşünün Umut nasıl olur?
Evinizi korur, sizi korur, karşılıksız sever
Can yoldaşı olur
Onu sokaklara terketmeyin
Bir kere bakın maviş gözlerine
Ne çok şey anlatıyor size?
İletişim için bana yazabilirsiniz.

22 Nisan 2010 Perşembe

Tabii ki bir insanı sevebilirsiniz, eğer onu yeterince tanımıyorsanız! C.B.

Hiçbirşey ummuyorsan hayattan özgürsün.

“Bir umuttur yaşatan insanı” sözü palavradır.

“Bir umuttur korkaklaştıran insanı” aslı budur!

Hiçbir beklentin yoksa kimseden, özgürsün.

Kaybetmekten korkmuyorsan kıç yalamak zorunda kalmazsın.

Yalnızlıkla barışıksan, kaybetmekten korkmazsın.

Bukowski okumak özgür hissettiriyor kendimi.

Beynimdeki kargaşa okudukça bitiyor, uğultular susuyor.

Başka türlü yaşamanında mümkün olduğunu görüyorum.

Çocukça seviniyorum. Gaza geliyorum. Gidebileceğime inanıyorum.

Kişilikli bir sokak köpeği olabileceğimi hayal ediyorum.

Açlıktan, çıplak kalmaktan korkmayacaksın.

Bukowski diyor ki;

“Yaşam beni dehşete düşürüyor. Yemek, uyumak ve çıplak dolaşmamak için insanın yapmak zorunda kaldıkları ürkütücüydü. Bende yatakta kalıp içiyordum. İçtiğin zaman dünya yine oradaydı, kaybolmuyordu ama boğazına sarılmıyordu en azından.”

Özgür olmak, haftanın 5 günü yapmak istediğin herşeyden vazgeçip, düşünmekten dahi kendini alıkoyup, çişe gittiğin vakitleri hesaplayıp gece yatağa girip ayaklarını uzatmak değil.

Özgür olmak, haftanın 5 günü 3 kuruşa nefret ettiğin bir sürü insanla dipdibe yaşayıp, zoraki gülücükler saçıp, renklerinden arınmaya çalışarak 2 günü beklemek değil.

Özgür olmak, insanların seni sevmesi uğruna sevmediğin herşeyi yapmak, iğrendiğin birşeye "ah çok güzel olmuş" demek değil.

Benim bir sorunum var “İnsanlardan hoşlanmıyorum, samimiyetle söylüyorum tümünden olmasa bile büyük çoğunluktan hoşlanmıyorum.”

Kötü oldukları için değil, zavallı oldukları için değil. Hepsini anlayabilirim. Hepsine mazaretler bulup, anlayışla karşılayabilirim. Hoşlanmıyorum. Bu benimle alakalı.

Ne hastalıklı bir duygu değil mi? Bence değil işte. Bence çok doğal, olağan.

Hayır okuduğum kitabın etkisinde kalıp, birşeyler yazmıyorum. Dedim ya beynimin içini kemiren sürüngenler vardı, hepsini biliyordum, hepsiyle konuşuyordum. Ancak bunları bana söylemeye başladıkları vakit kabul etmiyor, kaçıyor, uyuyor, birşeyler yapıyordum. Sevgili canım Bukowski bunları yazarak korkacak birşey olmadığını gösteriyor bana. Kendimi kabullenmemi, sürüngenlerimle barışmamı sağlıyor. Sürüngenlerim vızıldayan bok sineklerimi hüp yapıp yutuyor. Vızıltılar bitiyor. Derin bir nefes alıyorum. Teşekkür ediyorum herşeye. Teşekkür ederim kendisine. Bitli kafasını, sigara kokan ellerini, şarap kokan ağzını sevgiyle öpüyorum.

19 Nisan 2010 Pazartesi

BİR HAZİN HÜRRİYET

Azimli olmadığım doğru ama azimli olmayan insanların da yaşayabilecekleri bir yer olmalıydı,mevcut yerlerden daha iyi bir yeri kastediyorum.

Sabahın altı buçuğundabir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla,giyin,zorla bişeyler atıştır,sıç,işe,diş fırçala,saç tara,başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan fırsat için müteşekkir olmak için berbat trafiğin içine dal.Nasıl razı olunur böyle bir yaşama?
Charles BUKOWSKI




BİR HAZİN HÜRRİYET


Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
yoğurursun
bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!


Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan
hürriyetiyle hürsün!


Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!


En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Amerika'ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!


Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in, günün birinde, diyelim ki,
Kore'ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!


Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle
hürsün


Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.


Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.


Nazım Hikmet-1951


Bırak işi gücü, satma daha fazla hayatını 3 kuruşa diyor kör şeytan.
Bırak git herşeyi, evlilikmiş, annenmiş babanmış, elalem ne dermiş satma daha fazla hayallerini 3 kuruşa diyor kör şeytan.
Hayal mi kaldı elde avuçta!
3 kuruş hatrına maskara olduk,
3 kuruş uğruna yaşlandık, hasta olduk, kendimizden vazgeçtik!


Sonra bir ses nereye gidiyorsun diyor?
Köklerinle bağlısın sen buraya
Görünmeyen köklerinle
Geliyorlar üstüne üstüne de
Görüyorsun basacaklar ezecekler
Yine de kaçamıyorsun
Köklerinle bağlısın bu çorak toprağa
Yine de vatanım falan demiyorum
Tıkanıyorum
Ölüyorum yavaş yavaş
Kimse görmüyor
Başa çıkamadığım için
Diğerleri gibi çirkinleşip, iğrençleşemediğim için
Güçsüzsün diyorlar
Varsın desinler
Söylemem derdimi kimseye
Can dediğim bile anlamadıktan sonra


Yine burnumun direği sızımsızım sızlıyor
Yine kapatsam gözlerimi damlayacaklar yanaklarımdan aşağıya yaşlar
Islanacak yüzüm,


Ne tuhaf önceden mektup yazardık
Gözyaşı olmadığında su damlatırdım
Severdim mürekkebin dağılmasını
Hayal ederdim karşı tarafta yaratacağı vicdan azabını
Hoşuma giderdi ezikliğim
Şimdi mektup bile yok hayatımızda
Ekrana damlatacağım suları

 Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe


Öyle bir yerdeyim ki...

Bir adım atsam öleceğim
Kalırsam yanıyorum
Ne güzel söylerdi Ahmet Kaya,

6 Nisan 2010 Salı

Yanlış nerde!

Yok yok delirmemek elde değil... Nedir bu memleketin durumu? Klasik oldum farkındayım ama aynen böyle! Ne oluyor yaaa!

Ben çalışıyorum 3 kuruş para kazanıyorum. Gökhan aylardır iş bulamıyor. Evlenmek için birşeyler yapmak lazım. Elimiz kolumuz bağlı kalakaldık. 


Ummayasın ki küsmeyesin. Bugün bir iş görüşmesine gitti. Farkında olmadan baya ümitlenmişim. Hatta olacağına inanmışım. Ne için çağırmışlar? Tanımak için? CV' yi alıp güle güle. Boş pozisyonları yokmuş. Ne diye çağırıyorsun öyleyse, şaka mısın?


Adam üniversite mezunu, yabancı dili de var, deneyimi de. Daha ne arıyorsunuz anlamıyorumki!!!


Kime kızmalıyım? Ben bu kadar yıkılmışken o kimbilir nasıldır şimdi? Bugünler geçecek mi? Herşey yoluna girecek mi? Yoksa daha kötü mü olacak?


Allah' ım güç ver. Sabır ver. Duy artık. Yardım et. Ne bileyim birşeyler yap lütfen :(

1 Nisan 2010 Perşembe

Helppp!!!


Bu akşam sizlerden yardım istiyorum. Canlar için, çaresiz olanlar için, sahipsiz hayvanlar için... Gelin barınaklara gidelim. O kadar çok ihtiyaçları var ki, o kadar çok yapacak şey var ki... Yiyecek lazım, ilaç lazım, sevgi lazım... Sokak hayvanlarına yardım için bilinçlenmek lazım. Onları koruyan hepimizin bihaber olduğu kanunlar var. Gönüllülere ihtiyaç var. Hergün başlarına o kadar kötü şeyler geliyor ki, artık maillerimi korkarak açıyorum. Resimlere bakamıyorum bile... Haberleri okuyamıyorum. Tecavüze uğrayıp, iç organları parçalanan hayvanlar, insanlar bizler tarafından dövülerek taşlanarak öldürenler, akla gelmeyecek işkence yöntemleri ile can çekişir halde bırakılanlar. Duyarlı olalım. Yaşam hakkı tüm canlılara ait, sadece insanlara değil. Sevmiyorsak bile onların da yaşam haklarına saygılı olmak zorunda olduğumuzu unutmayalım, unutturmayalım. Elimden ne gelirki demeyin. Kimse sizden para falanda istemeyecek emin olun. Daha detaylı bilgi için 10 dakikanızı ayırırsanız, www.haytap.org , www.dohayko.org inceleyin. Neler yapabileceğinize bakın.

23 Mart 2010 Salı

Bebelerimiz olduuuu

Off off off ne çok şey birikti yazacak, anlatacak.

Uyku ile ilgili sorunumu bilmeyen kalmadı sanırım. Gece uyuyamayıp, uyku hapları yutup sabah uyanamamalardan antidepresanlar, spor, kokular herşeyi denemişliğim vardır. En son melisa otu diye birşey duymuştum. Anneme dedim git bir bak aktara. Malum aynı sorun annemde de var. Aktara gidince bizimki aktar, "melisa otu pek etkili değildir, ben size kedi otu vereyim" demiş. Yalnız çok pis kokuyormuş. O nedenle annemde kapsülünü almış gelmiş. Sayısız faydası varmış. Özellikle depresyona, strese karşı alternatif tıp yöntemi olarak kabul edilmiş. WHO bile kabul etmiş te önerirmiş. 1985 yılından beri Almanya' da eczanelerde satılırmış. Midemde ülser var. Haliyle kapsül ilaçları yutamıyorum. Ancak bunun kapsülü de bitkidenmiş. Bir deneyeyim dedim. Yatmadan 1 saat önce 2 tane alın deniyor. Ben 1 tane alıyorum. Sonra mışıl mışıl bir uyku. Sabah dinç uyanıyorum. Psikolojik mi? Olabilir. Neyse ne umrumda değil. Kediotumla mutluyum. Antidepresanlarımı bıraktım. Sabah erken uyanıyorum. Konsantrasyonum tam. Huzurluyum. İnternette hakkında yazılmış binlerce yazı var. Benzer durumlarda şikayeti olanlar varsa bir baksın derim ben. Neden kediotu denmiş? Beyaz yapraklı bu bitkinin kokusunu kediler pek bir severmiş. Kedileri hareketlendirir, neşelendirirmiş. Bir nevi bizim Prozac gibi bir etki yaparmış. Bu nedenle kediler bu otu bulduklarında topraktan çıkarır, başından da ayrılmazmışlar. Bağımlılık her canlıda var sanırım. Hatta bu bitkinin kokusunu sprey haline getirmişler, petshoplarda satarlarmış. Kedilerin oyuncaklarına sıkarmış insanlar, koltukları tırmalamasında kendi oyuncağıyla oynasın diye.

Yaz geliyor. Sokaklar, mağazalar herşey renklenmeye başladı. Cıvıl cıvıl adeta. Boncuklar, pullar rengarenk t-shirtler, etekler, elbiseler, ayakkabılar. Ama fiyatlar hiçte böyle heyecanlandırıcı değil. Gezdim biraz şöyle etrafı. Bir t-shirt sadece baskı resimleyse 15 lira. Ama ucuna kıyısında az bişi boncuk işlenmişse, birşey eklenmişse 40 lira. Boncukları dizmişler lastikli misinalara 5 tanesi 15 lira. Yuh artık. Malum evleneceğim. Hepsine bakıp bakıp iç çekmektense kollarımı sıvadım. İnternetten arandım durdum biraz. Neyi nasıl yaparız? Ne lazım? Modeller nasıl? T-shirt süslemesi hakkında pek birşey bulamadım. Bilen varsa paylaşsın. Şimdilik aklımdaki fikirler askılı badilerimin kenarlarını boncuklarla bezemek oldu. Bittiğinde resimlerini paylaşırım. Dün akşam bir sürü boncuk aldım. En kısa zamanda da Eminönü' ne gidip etrafı kolaçan edeceğim. Malzemelerimi de not aldım. Birşeyler üretebilmeyi başarırsam söylediğim gibi resimleri paylaşırım.

Haftasonu Asya' mın doğumgünü. Hediyelerini aldım. Çok özledim bızdığımı. Cuma akşamı işten sonra doğru Edirne' ye.

Evliliğe yönelik ilk hazırlığımı harika bir yemek takımı alarak başladım. Siyah, kırmızı, beyaz günlük kullanım için bir yemek takımı. Diğer aksesuarlarla da zenginleştirdim. Kırmızı baharatlıklar, beyaz tuzluklar, siyah, kırmızı, beyaz kahvaltı takımı falan derken gayet ucuza harika bir takımım oldu. Bernardo diye bir mağaza. Alışveriş merkezlerinin içinde yerleri. İnanılmaz bir indirim var. Çok ta zevkli tasarımları var. Tavsiye ederim.

Bu arada bahçedeki kedilerden 2 tanesi doğum yapmış. Bebeklerimizi henüz kucağımıza alma şansımız olmadı. Anne saklıyor. Yaklaşık 4 tane daha doğum bekliyoruz. Sonra hepsi doğru veterinere... Kısırlaştırılacaklar. Dün akşam mamalarını alıp indirdim. Yaklaşık 10-15 kedi var. Hepsinin garip garip huyları var. Karınlarını doyurdum. Coşkun' umuz var bir tane. Bizim bebelerin ağırlıklı babası diye tahmin ettiğimiz. Mamayı yedi, banka kuruldu. Bir sigarası ile viski kadehi eksikti patisinde. Haremini süzer gibi bakıyordu. Çok komik oluyor bu kediler. Yavru isteyen olursa bana ulaşabilir. Biz elimizden geldiği kadar bakacağız. Ama o kadar yavruyu eve alamayız. Şimdilik bahçede yer hazırlıyoruz. Fakat köpekler veya erkek kediler yavruları boğabiliyor veya araba altında ezilebiliyorlar. Hasta olabiliyorlar. Şimdiden ilaçlarını falan tedarik ediyorum ama herzaman yanlarında olamıyorum. Sahiplenmek isteyen olursa lütfen bana ulaşsın.

Bahar sendromu mu nedir bilemiyorum. Hiç çalışasım yok. Aklım fikrim sahilde, korularda, sokaklarda ama ben bir dağın eteğine kurulmuş, şehrin dışında bir organize sanayi sitesinin içinde fabrikaların arasında tellerle örülmüş bir bankanın içindeyim. Cam bile açılmıyor yaeeaa!

Nisan' a az bir süre kaldı. Sınavlar yaklaşıyor ama ben hiçbirşey yapmış değilim henüz. Yine sınav zamanı, yine Gökhan' la aramız açık. Takmayacağım diyorum ama gönül ferman dinlemiyor bu ayrılık çok acıııııııııı.

İşler de bir yandan birikip birikip duruyor. Off Allah' ım offf... Azcık dürtsen beni, bir can versende kalksam yapsam herşeyi.

Kitaplar birikiyor. Okunmak üzere. Kitap bile okuyamıyorum. Şöyle birkaç haftam olsa kafama göre takılsam ne güzel olurdu yaa. Nee istifa mı etsem? :)

Ferda ile hiç konuşamadım son zamanlarda. Canım benim okursun biliyorum. Çok özledim seni. Deli gibi koşturuyorum, kaydadeğer hiçbirşey yok ortada ama zaman nasıl oluyorsa tükeniyor gidiyor. Aklımdasın. Ben gelemiyorum. Sen gelllllllllll ne olurrr...

Kısacası durumlar böyle. Yazacak daha çok şey var ama bir çay keyfi yapayım fabrikalara karşı terasta, öğle güneşi altında :)

10 Mart 2010 Çarşamba

Bu sabahların bir anlamı olmalı...

Sabah uyanamıyorum.
Alarm çalıyor. Tek gözümü açıyorum. 5 dakika erteliyorum. 5 dakika sonra tekrar çalıyor. (Bence 1 saniye sonra çalıyor.) Tek gözümü açıyorum. Dışarı bakıyorum. Hava kapalı. Yağmur yok. Tek kolum yorganın üstünde kalmış. Buz gibi olmuş. Demek ki hava soğuk. O tek kolu yorganın içine almak ölümcül hata oluyor. Sıcaklık öyle güzel geliyor ki, geri uyuyorum. Saati 45 dakika sonra çalması için ayarlamış halde.
Bu arada işe giderken şöyle bir olay var. Sabah 07:20' de evimin önünden servise binebilir, işe gittiğimde güzelce kahvaltımı yapabilir, mesai saatinde içim rahat ve "erken kalkmayı başardım, bende sorumluluklarımın farkındayım" gururuyla işe başlayabilirim. İşte o 45 dakika sonrası ilk kaybettiklerim bunlar. Bir sonraki servis 09:00' da Gayrettepe' den kalkıyor. Evden çıkıp, minibüse kadar yürüyeceğim, şanslıysam ilk minibüse bineceğim, şanslıysam otururum, şanslıysam trafik çok yoktur, şanslıysam 9 servisine yetişirim. Genelde işe gidişim bu 2.şık ile oluyor. Her gece sabah erken kalkacağım daha doğrusu saatinde kalkacağım diye kendimi ne kadar motive edersem edeyim, sabahları o tek kolun yorganın altına alınması ile bildiğim herşeyi unutuyorum. Hayatımdaki herşey uyku oluveriyor. İşin tuhaf tarafı o 45 dakikayı da mışıl mışıl uyuyarak falan geçiremiyorum. Vicdan azabıyla, yarı uykulu yatağın içinde dönerek.
Çoğu sabah iğrenç bir trafik oluyor. Bazı sabahlar polis çevirmesi nedeniyle (ayakta yolcu alma yasağı) minibüsler almıyor. Evden çıktığım andan itibaren hatim indiriyorum resmen. Bildiğim tüm duaları okuyorum. Saat geçtikçe, trafik arttıkça dua sayısı artıyor. Bu iş hayatı beni imana getirdi desem yeridir. Bazen dua ederken minibüste uyuyakalıyorum. Sonra duayı tamamlayamadığımdan mı nedir, servisi de kaçırıyorum.
Şu minibüslerde sabah bütün sersemliğime rağmen beni hayretler içinde bırakmaya kabiliyetli insanlar var. Mesela sabahın o kör saatinde (benim için 11' e kadar sabahın kör saati oluyor, çok zorda kalırsam 10:30' a çekebilirim en fazla bu süreyi) ben daha yürümeyi beceremezken, asılanlar falan olabiliyor. İki dirhem bir çekirdek giyinmiş, (bütün soğuğa, yağmura meydan okurcasına minicik etekler, incecik montlar, topuklu aykkabılar) saçlar yapılı, makyaj dersen o biçim hatunlar görüyorum. Vay be diyorum. Benim bunu yapabilmem için akşam 5' te falan yatıp, sabah 5' te kalkmam lazım sanırım. Hoş o zaman bile beceremem. Ben ise, dişlerimi fırçalayıp, elimi yüzümü zor yıkıyorum. Üşenmiyorsam saçlarımı tarayabilirim. Yaa çok kıskanıyorum. Bende onlar gibi başlamak istiyorum güne... Düşünsenize ne çok enerjileri var demek oluyor bu. Hava soğuk katkat giyiniyorum, birtek gözlerim görünüyor.  Evet birtek gözleri görünen, onlar da uykusuzluktan kıpkırmızı olmuş yaşlar akan birine asılabilenler çıkabiliyor. Tek aklıma gelen yalpalamamdan falan yola çıkarak "eyytt bilader bu hatun kesin akşamcı, bundan iş çıkar" mantığı yürütmeleri olabilir. Derken ben 9 servisini de kaçırıyorum. Bir sonraki servis 10:30' da... Hoppaaa! 1,5 saat sabahın ayazında ne yapacağım ben? Buluyorum birşeyler. Param varsa etraftaki kafelerden birinde güzel bir kahvaltı ısmarlıyorum kendime. Battı balık yan gider misali. Ohh üstüne de mis gbi bir türk kahvesi. Bazen Beşiktaş' a iniyorum. Dolanıyorum. Ama istisnasız her sabahım kriz halinde geçiyor.
Serviste uyuyorum. O kadar rahat ki sabah servisleri uyumamak elde değil. Birde kaloriferi açmıyor mu şöfor... Yarım saatlik yol bence 5 sakikada bitiveriyor. İşe geliyorum. Başım ağrıyor. Uyuyup uyanmaktan. Rüzgardan. Bunalmaktan. Stresten. Blablabla...
Şimdi soru şu? Ne olacak benim bu halim? İşi gücü bırakıp evde mi takılmak lazım? Geceleri mi çalışmam lazım? Tek sorun sabah uyanamayıp, işe geç kalmak değil. Uyanırken can çekişip o canı verememek. Sinirlenmek. Güne o sinirle başlamak. Son günlerde bütün sinirime rağmen inadına gülüyorum halime.
Sahiden son birşey daha var. Hiçbirşeyin ortasını bulamıyorum ben. Bugünlerde de ota boka gülme çıktı. Toplantılarda, ciddi birşey konuşulurken, yolda, otobüste kısacası anlamsız bir kıkırdama hali. Devreler yandı sonunda galiba. Olsun keyifli. İçmeden sürekli marihuanalı gibi gezmek, bedavadan.
Hala işteyim, inanamıyorum. Uykusuzluktan gözlerim kapanıyor. Bir kahve alayım. İsteyen?


Bu sabah bir umut var içimde
Nasıl olsa geri gelirsin diye
Herşey yerli yerinde yine
Bu sabahların bir anlamı olmalııııııııııııı

4 Mart 2010 Perşembe

Şu eski kulağı kesiklerden

Bobilerde geziniyordum. Baktım ki bizim kulağı kesik Van Gogh hakkında bir sürü geyik yapılmış. 


Van Gogh hani şu ünlü ressam. Kulağı kesik adamcağız. Şimdi bu adamın neden kulağının kesildiğine dair bir yazı okumuştum. İlginç gelmişti öykü. Aklımda kaldığınca anlatayım. Bu Van Gogh sinirli, sürekli düşünen, okuyan, yazan depresif bir kişilik. Bir kriz anında kulağını kesip, bir oruspuya hediye etmişte kadıncağız oracıkta bayılıp kalmış. Neden kulağını vermiş bilemem. Çünkü diğer bir söylentiye göre kadını şeyedememiş. Ee öyleyse zaten bir işe yaramıyor zaten deyip, pipisini kesip verseymiş ya. Sırf bu nedenden dolayı bana da ikinci söylenti daha doğru gibi geliyor. 
Gaugin diye bir adam Van Gogh' un oda arkadaşı. Van Gogh o sıralarda bir ressam komünü kurma derdinde. Arles' in kadınlarının çok güzel olduğunu duyuyor ve oraya gitmeye karar veriyor. Peşinden bir şekilde bu Gaugin' i de ikna edip sürüklüyor. Bunlar gittikleri yerde bir kerhaneye gidiyorlar. Gaugin serseri, çapkınlık peşinde koşan zengin maçonun teki. Gaugin bir güzel vaktini değerlendirirken, bizim fan hoh' ta tık yok. Sonra bunlar yolda giderken fan hoh başlıyor dert yanmaya. Ben niye yapamıyorum falan ağlanıp sızlanıp duruyor, Gaugin iti de ee siterim ulen böyle muhabbeti deyip çekiyor kılıcı kesiyor bizimkinin kulağını. Bir diğer söylentiye göre de ikisinin aynı oruspuya aşık olabileceği söyleniyor. Van Gogh alıyor yerden kulağı bir zarfa koyuyor ve götürüp kadına veriyor. Sanırım bak seni şeyedemedim ama senin için kulağımdan oldum, sesimi çıkarmadım aldım sana getirdim. Erkek adamım ben mesajı olabilir. Bu da benim yorumum. 


Neyse, Gaugin bu olaydan sonra mahalleyi terketmiş. Frengiden ölmüş. Onunda güzel resimleri vardır. Nietzsche' nin de frengiden öldüğünü okumuştum. Van Gogh kendini tımarhaneye koydurtmuş birkaç kez. Birkaç kez de kardeşi onu tımarhaneye koydurtmuş. Mahalleli bile imza toplayıp tımarhaneye tıktırtmış. Birgün, çok ama çok depresyondayken tımarhaneden çık sen, yürü, yürü ve bir tarlanın ortasında kendini göğsünden vur. Yarasının ölümcül olduğunu farkedemeden geri yürümüş. İki gün sonra 37 yaşında ölmüş . 

Yağdı yağmur çaktı şimşek sende mi yazar olcan ulan eşşolueşşek

Bir gün bir kitap yazma hayalim var. Hayatı ti ye almayı başardığım zaman, masal tadında antidepresan kitabı yazmak istiyorum. Eh var benimde kendimce kafamda birşeyler. Bir gün bunu yapacağım. Üretmek güzel şey. Ne yapıyorum ki zaten? İşe gidiyorum. Yorgunluktan, uykusuzluktan ölüyorum. Bütün gün insanlarla uğraşıyorum. Eve geliyorum. Televizyon izliyorum veya kitap okuyorum. Bazen bir film... Bazen sorumluluklarımı hatırlayıp ders çalışıyorum. Sevgiliyle buluşuyorum.

Ölümü düşünürüm bazen. Yok olma düşüncesi çok garip geliyor. Biranda yok oluyorsun. Artık hiçbirşeyin önemi yok. Güldüklerinin, üzüldüklerinin, sevdiklerinin, sevmediklerinin... Alabilmek için yemeyip içmeyip para birktirdiğin, aylarca borcunu ödediğin eşyalarının, kıyafetlerinin. Yediğin yemeğin, içtiğin suyun sigaranın. Yok oluyorsun. Herşeyi biranda arkanda bırakıyorsun ve bilmediğin bir yere gidiyorsun. Ya da hiçbiryere gitmiyorsun. Bedenini toprağın altına gömüyorlar ve bitiyor. Gördüğün deniz artık yok, bir evin artık yok. Senden geriye hiçbirşey yok. Başlarda ailen, seni seven birkaç kişi ağlıyor arkandan. Kırkında mevlüd yapıyorlar. Sonra ayda bir hatırlamaya başlıyorlar. Sonra resimlerini gördükçe hüzünleniyorlar. Ama herkes hayatına devam ediyor. Unutuluyorsun. Dünyada hergün milyonlarca insan ölüyor. Arkasından ah, vah diyoruz unutuyoruz. Ölüm şekli biraz garipse bir süre hatırlarda kalıyor hepsi bu.

Bugün Antonia Vivaldi' nin doğum günüymüş. Pek severim kendisinin bestelerini. Google' da anısına resim değiştirilmiş. İlk önce düşündüğümde kendi kendime "evet insan giderken ardında birşeyler bırakmalı" dedim. Daha sonra düşündüğümde, "bu nasıl bir eziklik" dedim. Sırf hatırlanmak için birşeyler yapmak çok manasız geldi. "Hayata bir katkın olacaksa, dünyaya bir faydan olacaksa, insanlara vereceğin birşeyler varsa yap birşeyler" dedim. Velhasıl, faydam olur mu kimseye bilmem ama bildiklerimi yazmalıyım. Kimse okumasa ben okurum. Bir bakıma kişisel tatmindir hem bu. Birşeyler yapabildiğini, üretebildiğini görmek motive eder. Güzeldir.

Yapmam gereken daha çok şey var. Birinci hedef, çalışıp ders bırakmadan son sınıfa geçebilmek. Herşeyden önemlisi bu. Mutlu bir insan olacağım artık. Hayatta zorluklar, pislikler, çirkinlikler var biliyorum. Ama bunlar için benim yapabileceğim şey suratımı asıp, sinir krizleri geçirmek değil. Uyanış olsun bugünler benim için. Dönüm noktam. İçimdeki sevgiyi inadına paylaşacağım. Ne kadar başarılı olabileceğimi bilmiyorum. İlerleyen günlerde yine birilerine sövdüğüm yazıları okuyabilirsiniz burada. Bu da hayatın bir parçası. Sinirleneceğim, kızacağım, üzüleceğim, güleceğim, ağlayacağım, eğleneceğim, dans edeceğim ama delirmeyeceğim. Bunları da buraya yazıyorum çünkü yazmak daha iyi anlamaktır birşeyleri. Yediğiniz yemeği hazmetmektir.

Biryerde de yazmak boşalmaktır. Bir nevi mastürbasyondur yazıyordu. Doğrudur. Yazmak keyiflidir.

1 Mart 2010 Pazartesi

Bu sabah mutluluğa aç pencereni



Bu sabah mutluluğa aç pencereni
Bir güzel arın dünkü kederinden
Bahar geldi bahar geldi güneşin doğduğu yerden
Çocuğum uzat ellerini

Şu güzelim bulut gözlü buzağıyı
Duy böyle koşturan sevinci
Dinle nasıl telaş telaş çarpıyor
Toprak ananın kalbi

Şöyle yanıbaşıma çimenlere uzan
Kulak ver gümbürtüsüne dünyanın
Baharın gençliğin ve aşkın
Türküsünü söyliyelim bir ağızdan

ATAOL BEHRAMOĞLU




Bahar geliyor. Sabah uyandığımda ilk önce güneşliği aralayıp pencereden gökyüzüne bakıyorum. Hiç yataktan çıkmadan, diğer gözümü açmadan. Kışı, yağmuru, soğuğu sevemeyenlerdenim. Şu günlerde hava hala soğukta olsa güneşi görmek kalkmak, hareket etmek için bir neden oluyor. Bahar gelirken içim kıpır kıpır, karnımda kelebekler uçuşuyor resmen. Bazen insan olarak dünyaya gelmiş olmamın yanlış olduğunu düşünüyorum. Kış uykusuna yatan canlılardan biri olmalıymışım ben. Sincap, kirpi, kaplumbağa ne bileyim herhangi biri olabilirmişim veya kışın sıcak ülkelere kaçan kuşlardan biri. O kadar süre uçmak istermiydim bilemiyorum. Her defasında farklı bir ülkeye gidiyorsak neden olmasın? Bazen koala olarak doğsaymışım keşke diyorum. Tam benim tarzım bir hayatları var.

Eskiden, bir sürü vaktim olduğu zamanlarda ve hayat kesin çizgilerini çizmemeye başlamadan önce ne çok hayal kurardım. Aklıma geldi şimdi öylesine...

Neyse diyeceğim o ki bahar geliyor. Herşey renklenecek. Siyahları çıkarağız. Rengarenk ciciler giyineceğiz. Sandaletler, babetler, renkli renkli tshirtler... Sonra denize gitmek var. Sarımsaklı' ya gitmek var. Sarımsaklı' da tekne turu yapmak var. Köşedeki dondurmacıda 20 dakika sıra bekleyip, dondurma yemek var. Teyzemi görmek var. Balkonda bidonlarda güneşte ısttığımız sularla duş almak, menemen yiyip balkonda çayla çekirdek çıtlamak var. İstediğin kadar uyumak, tatil yapmak var. Güneşin batışını izlemek, kumsalda cep telefonunda dinlenen müzik ile bira içmek var. Güneşten soyulmak, kaşıntıdan ve sivrisineklerden uyuyamayıp gece hep birlikte kalkıp gülüşmek var.

Bahar geliyor. Fıkır fıkır şarkılar dinlenecek. Camlar açık olacak, herkes sokakta. Gece 12' de hala sokaktan çocukların sesi gelecek. Balkonda yerde kızartmayla karpuz yemek var. Beyoğlu' nda sokakta titremeden oturup, buz gibi biranın tadını almak var. Sahilde kahvaltı yapmak, yürümek var.

Bu yaz farklı olarak Ferda burada olacak. Ferda' yla gezmek tozmak var. Coca ile evlilik hazırlıkları var. Düğün dernek var.

Yazın habercisi bahar geliyor. Yapacak çok şey var :)

28 Şubat 2010 Pazar

Birkaç rahat nefes...

Evde 2 dergi buldum. Dün bütün gün çantamda gezdirdikten sonra, bu sabah kahvaltıdan sonra okumak fırsatını buldum. Bir yanda keyifle yudumladığım Türk kahvesi (Türk kahvesi büyük harfle mi yazılıyor, bilemedim), bir elimde sigaram, kaloriferin yanına oturdum, uzattım ayaklarımı aldım dergiyi elime... Uzun zamandır bu kadar keyif aldığım bir anım olmamıştı. Evde tık yok, bir ben, kendimle başbaşa. Okuduğum derginin adı "Mor Menekşe" Doktorların üye olduğu bir dergiymiş. Mutluk ve sağlık dergisi yazıyordu. Nerden geçti elime bilmiyorum. Depresyonla ilgili falan bişiler yazıyordu. Ahanda benim konum dedim gömüldüm. Neyse okuduklarımdan küçücük birşeyi paylaşayım. 
"Herşeyin daha iyi anlatabileceği bir yol vardır...
NewYork' ta, Brooklyn Köprüsü üzerinde dilenen kör bir dilenci bir gün, bir şairin dikkatini çeker. Dilenenin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu sorar. Dilenci de, sekiz dolar kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek birşeyler yazar; "Şimdi buraya senin kazancını artıracak birşeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin" der ve oradan ayrılır.
Şair, bir hafta sonra dilencinin yanına uğrayıp kendini tanıtınca dilenci; "Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum, tabelaya ne yazdınız?"
Bunun üzerine şair gülümser ve; "Tabelada 'Doğuştan körüm, yardım edin' yazıyordu. Bense 'Bahar gelecek ama ben yine göremeyeceğim' yazdım" der.
Böyle işte...  Yalnız benim bu yazıdan çıkardığım herşeyin daha iyi anlatabileceği bir yol vardır değilde, insanların bam teline dokunmanın ne kadar etkili ve kolay olduğu gibi birşey oldu. 
Türk kahvesini çok severim. Hergün kahvaltıdan sonra mutlaka içeceğim. Kahvaltıdan sonra içemediysem günün ilerleyen saatlerinde mutlaka... Merak ettim nerden gelmiş bu kahve alışkanlığı bize? Telvesi ile ikram edilen tek kahve türüymüş. 
Kahvenin kökeni araştırmacılar tarafından 14. yy başlarında Güney Habeşistan'dan tüm dünyaya yayıldığı şeklindeymiş. Oradan Yemen' e geçmiş. Oradan da tüm dünyaya yayılmış.Kahvenin Osmanlı İmparatorluğu'na gelişi konusunda iki hikaye varmış. Birincisine göre, 1554 yılında Suriyeli iki girişimci tarafından (Halepli Hukm ile Şamlı Şems) İstanbul'a getirilmiş. 
Diğer hikayeye göre ise 1517 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul'a getirmiş.  Yemen Valisi Özdemir Paşa, böylelikle Yemen'den getirdiği kahveyi saraya taşıyor. Türk kahvesini, sarayın görkemli salonlarında, 40 kişilik kadrolu kahveci ustaları tarafından özenle Sultan'a servis ediliyor. Harem'de cariyelere doğru kahve pişirme dersleri başlıyor.
Derken, ilk olarak Tahtakale'de açılan ve tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk kahveyle tanışmış. Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurur.

Saray mutfağında ve evlerde yerini alan kahve, çok miktarda tüketilmeye başlanmış. Çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulduktan sonra dibeklerde dövülerek cezvelerde pişirilmek suretiyle içiliyor ve en itibarlı dostlara büyük bir özenle ikram edilir olmuş. Türkler tarafından bulunan yepyeni hazırlama metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk kahvesi adını almış.
Daha bir sürü şey vardı aklımda yazacağım. Konsantrasyonum yok. Zira televizyon karşısında aç karnına yazı yazılmıyormuş. Bu nedenle burada bitireyim. 
Son birşey, şaşılacak derecede iyi hissediyorum kendimi. İyi hissetmek için herşeyi yapıyorum. Bugün tüm gün ders çalıştım mesela. Sırf kendime verdiğim sözleri tutabildiğimi gösterebilmek için. Zaman zaman gelmiyorlar değiller ama en azından nefes alabiliyorum.
Sii yuuu canlar

22 Şubat 2010 Pazartesi

Abbas yolcu

Bir insana ne zaman "SENDEN NEFRET EDİYORUM" dersiniz?
Sinirlendiğinizde veya sadece can yakmak için? Hangi noktaya geldiğinizde nefret edersiniz? Nefret etmek bir anlık birşey midir? Yani şimdi nefret edip, ertesi gün sevebilir miyiz?

Söylenmez! O kelime öyle cart diye çıkmayacak ağızdan... çıkıyorsa da benim bundan anladığım artık bitirilmiş birşeyler, gözden çıkarılmış, gitme vakti gelmiş demek olduğudur. "Hayatımdan git" demenin başka türlüsüdür.

Evet daha kendime söylemeyi beceremiyorum. Düşünmek bile can acıtıyor. Yine gelmiş gitme vakti. Sanırım hepsi aynı sonunda, sadece kişiler farklı. Hep bir yerde gitmek gerekecek. Ne diyordu bir yazıda, bavulları hep toplu durmalı insanın. Durmuyor işte düşünmüyorsun birgün gideceğini! Afyonlanıyorsun, kanıyorsun. Sonra bir anda sadece 10 dakikalık bir konuşma ile bildiğin, inandığın ne varsa tüm emeklerin herşey tuz buz oluyor.

Düşünüyorum da ben herkesten nefret ettiğimi düşünürüm ya sıksık, insanlara çok kızdığımdan vs.  Ama ben kimseye, hiçkimseye "SENDEN NEFRET EDİYORUM" dememişim, bunu farkettim. Kimsenin bu denli canını yakmaya yeltenmemişim. Bu kelimeyi telaffuz edecek kadar kimseden nefret etmemişim demekki. Bir de bana derdi hep, kin tutuyorsun diye. Ben kin falan tutmayı beceremezmişim ki. Ben kimsenin gözünün içine bakarak onun dibe çöküşünü izleyemem ki...

Evet evet tamda böyleydi. Çırpındım. Vücudum tamamen suyun altındaydı. Elimi uzatıyordum. Su beni hızla aşağı doğru çekerken. Elimden tut, ölmek istemiyorum diyordum bin defa aklımdan, suyun altındayım ya sesim çıkmıyor. Gözlerim büyümüş, ağzımdan balonlar çıkıyor. Daha hızlı batmam için suya daha kuvvetli itti beni. Sonrası tuhaftı. Ölüyordum. Tuhaftı. Hiç korktuğum gibi değildi. Soğuk değildi ölüm. Huzurluydu. Ağlayarak uyandım. Nedenini bilmiyorum. Rüyamda mutlu olduğumu hatırlıyorum oysa.

19 Şubat 2010 Cuma

Chuck Palahniuk

Cuma gecesi...
Bitti sonunda bu haftada sağ salim, sıyrıklarla atlattım.
Yaktım bir sigara, yatakta uzandım okuyorum birşeyler... Sessiz sessiz Dido benim için söylüyor.
Aklıma, gözüme takılanlar...
Chuck Palahniuk' tan.

Birine gününün nasıl geçtiğini sorduğunda bunu sormanın sebebi kendi gününü anlatmak istemendir. Birine aşık olmanın sebebi, onun sana aşık olmasını istemen.


Antik Yunan kültürü uzmanları, o dönemde yaşamış insanların fikirlerini kendilerine ait saymadıklarını söylüyorlar. Antik Yunanlılar akıllarına bir fikir geldiğinde, bir tanrı veya tanrıçanın kendilerine bir emir verdiğini sanıyorlardı. Apollo onlara cesur olmalarını söylüyordu. Athena ise âşık olmalarını söylüyordu. Günümüz insanları ise ekşi kremalı patates cipsi reklamı duyar duymaz, satın almak için hemen sokağa fırlıyorlar ama buna özgür irade diyorlar artık.



“Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olmayacağız... Hepimiz heba oluyoruz... Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş... Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız... Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık.... Bizim savaşımız ruhani savaş... Ve bunalımımız kendi hayatlarımız...


Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif sahasıdır. Hiç birimiz yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz. Safhalar değiştirilemez, sadece eklemeler ve çıkarmalar vardır. Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir...


İnsan bu bedenin, bu koca bebeğin esiri olduğuna inanamıyor. onu beslemek, yatağa yatırmak ve tuvalete götürmek zorundasın. daha iyisinin icat edilememiş olmasına inanmak istemiyor insan. daha az ihtiyaçları olan, daha az vakit kaybettiren bir şey icat edebilirdik.


Sahip olacağım her şey bir gün kaybedeceğim şeylerden sadece biri.


Yetersizliğim pekala yeterli oluyordu bana.


Her şey berbat bir hal almadığı sürece yoluna da girmeyecek.


Beyin korteksi, yani cerebellum, işte bütün sorun orada. Eğer sadece beyin sapını kullanarak yaşayabilirseymiş, sorun ortadan kalkarmış. Bu mutluluk ve üzüntünün ötesinde bir yer olurmuş. Balıkların psikolojik durumlarına bağlı olarak ızdırap çektiklerini göremezsin. Süngerler asla kötü bir gün geçirmez.
Amacım hayatımı basitleştirmeye çalışmak değil, kendimi basitleştirmek.



"Bütün bu aptal taşlarla ne yapmaya çalışıyorsun?" diye sorarım.
"Bir yere varmaya çalışmıyorum" der Denny. " Önemli olan bir şey yapıyor olmak, işin kendisi önemli."
"Peki ne yapacaksın bütün bu kayaları?"
Denny " Yeterince toplayınca karar vereceğim," der.
"Peki ne zaman yeterince olacak?"
"Bilmiyorum dostum," der Denny. "Sadece geçirdiğim günlerin bir işe yaramasını istiyorum."
Hayatımızın her günü, örneğin televizyon önünde yok olup gideceğine, der Denny, yaşadığı her günü bir kaya göstersin istiyormuş. Elle tutulur bir şey. Sadece bir şey. Her günün sonunu belirlemek için bir anıt. 



Ben bağımlıları takdir ederim. Herkesin kör bir kaza kurşununa veya ani bir hastalığa kurban gitmeyi beklediği dünyada, bağımlıların yolun sonunda kendilerini neyin beklediğini bilmek gibi bir lüksü vardır. Nihai kaderin kontrolünü birazda olsun eline almıştır ve bağımlılığı sayesinde ölüm sebebi büsbütün sürpriz olmaktan çıkmıştır.


Gerçek dışı şeyler gerçeklerden daha güçlüdür. Çünkü hiçbir şey sizin hayalinizdeki kadar mükemmel olamaz.


İnsanlar dünyanın güvenli ve düzenli bir yer olması için yıllarca çalışırlardı. Ama kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hiz limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı...Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.


Çok fazla kanun olduğu için boka batmanın bin bir türlü yolu vardı.


Dünyayı parçalara böldük, ama parçaları ne yapacağımızı bilemiyoruz.


Unutamadığın kişi her zaman senden uzakta olandır.


Hiçbir zaman tamamlanmış olmayayım, ne olur. Hiçbir zaman halimden memnun olmayayım. Hiçbir zaman kusursuz olmayayım. Kurtar beni, Tyler, kusursuz ve tamamlanmış olmaktan.


Çift projektörle film gösteren o eski sinemalarda, bir böbinin bitmesi ile öbürünün başlaması arasındaki boşluğu seyirciler fark etmesin diye, makinistin her saniye orada olup iki projektör arasında mekik dokuması gerekir.Tepede perdenin sağ üst köşesinde beliren beyaz noktaları beklersiniz. Meslekte bunlara "sigara yanığı" denir. İlk beyaz nokta, bitişe iki dakika kaldığını gösterir. İkinci projektörü başlatırsın ki, zamanı geldiğinde hızını almış olsun. İkinci beyaz nokta, beş saniye uyarısıdır. Gerilim artmıştır. İki projektörün arasında durmaktasındır ve makinist odası zenon lambasının ışığından hamam gibi ısınmıştır...Her elinle birer kolu kavramış olarak iki projektörün arasında durur ve perdenin köşesine bakarsın. İkinci nokta görülüp kaybolur. Beşe kadar sayarsın. Projektörlerden birinin merceğini kapatırsın. Aynı anda, öbür projektörün mercek kapağını açarsın. Öbür projektör görevi devralır. Film devam eder. Seyircinin hiç bir şeyden haberi yoktur.


Yuva yapma içgüdülerine tutsak düşen tek ben değildim... Hepimizde Johanneshov markalı koltuktan var, yeşil çizgili Strinne deseniyle kaplı...Hepimizde Rislampa/Har markalı aynı kağıt lambadan var... Benimki artık bir konfeti... Çelik üstüne çinko kaplama Vild marka ayaklı saaatim. Tanrım ona sahip olmasam ölürüm...Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe...Sonra hayalinizdeki yatak. Sonra aradığınız tabak takımı. Sonra o güzel yuvanıza kısılıp kalırsınız. Bir zaman sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.


Eğer ne istediğini bilmezsen, bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş.


Şimdiye kadar nasıl yaşadıysan gene öyle yaşayacasın sanırsın. Sonra beklenmdedik bir anda biri çıkar gelir. Etrafındaki kimseye benzemez. Kendini bu yeni insanın aynasında görmeye başlarsın. Var olanı değil, sende eksik olanı gösteren sihirli bir aynadır ve sen bunca zaman aslında hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığını bilmediğin bir şeye hasretlik çektiğini anlarsın. Şamar gibi iner hakikat suratına...


Her şey bir diğerinin türevi. Bir göndermeye yapılan bir göndermeye yapılan gönderme.


Hepimiz aynı televizyon programlarıyla büyüdük. Sanki hepimize aynı suni hafıza taklımış... Hepimizin belli başlı hedefleri aynı. Hepimizin korkuları aynı. Gelecek parlak değil... Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız Mükemmel bir uyum içinde olacağız. Senkronize. Birleşmiş. Eşit. Kati. Karınclar gibi. Böcekler gibi. Koyunlar gibi.


Kızı sakinleştirmek ve dinlenmesini sağlamak için balığımın hikayesini anlatıyorum. Bu ömür boyu sahip olduğum altı yüz kırk birinci balık. Tanrının yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

18 Şubat 2010 Perşembe

Yaşamaya yeteneğim yok benim

Ne oluyor benim hayatıma?
Ne oluyor bana?
Ya da ne olur sana?
Ne oluyor dünyaya?

"Aşk, her sorunu aşamıyor. Denedim ve gördüm." demiş Ferda.
Aşk bitiyor aşkın bile içine etmeyi başarıyoruz. Sonra da boku aşka atıyoruz. Aşk karın doyurmuyor, sorunu aşamıyor vs. Sorun aşkta falan değil sorun bizim kocaman sandığımız küçücük beyinlerimizde!

İki gündür kılcal damarlarıma kadar tıkandığımı hissediyorum. Kan akışı hızlanıyor damarlarımda, tıkanıklıktan kalbe ve beyne ulaşamıyor. Kalbim duracak gibi oluyor, beynim çalışmıyor.

Sığınabileceğim hiçbirşeyimin kalmadığını hissediyorum. Nasıl bir boşluk bu? Ya Tanrı benimle ağır dalga geçiyor ya da yine birşeylerin karması giriyor. Her ne boksa bitsin artık!

Kafamı gömsem kuma, herkes unutsa beni, ben bile unutsam...

"Ya dışındasın bu çemberin ya da içinde yer alacaksın" Şu an çalan şarkı bu! Bir sen eksiktin. İçinde nasıl yer alayım bu çemberin, dışındayım tabi ki... emin misin diyor bir tarafım.

Başım çatlıyor, burnum sızlıyor. Çok kırgınım herşeye, bir anda nasılda yapayalnız kalabiliyor insan? Hani yalnız kalabilirdim ama yalnız olamazdım Gökhan? Ne oldu! Bak bombok bir haldeyim ve en sert en kocaman haliyle yalnızım şuan!

İçim daralıyor, içim! Burası ağlama duvarım oldu adeta. Amaç neydi ki zaten! Bağıramadıklarımı burada bağırmak değil mi?

Aşk acısı falan da değil çektiğim. Eskiden, küçükken, hayat daha güzel daha hafifken sevgilinle kavga ederdin. Kıskanırdı falan seni işte. Küserdiniz. Ev telefonunun çalmasını beklerdin. (Cep telefonu yoktu ne güzel o zamanlarda) Çünkü bilmezdik birbirimizi bu kadar yaralayacak sözleri,  bilmezdik bu denli can yakmayı. Salak derdik. Şimdilerde salak demek aaa ne saygısızca oldu. "Salak" demek saygısızca ama "hayatımda senin olman beni artık mutsuz ediyor" güzel öyle mi? "Manyak" demek saygısızca, adi, banel ama "son zamanlarda uyuz oluyorum sana, nefret var içimde ve bunu sağlayan senin ukala tavırların" demekte birşey yok değil mi!!! Şimdiki kavgaların herbiri enkazlar bırakıyor, içini parça parça ediyor. Toparlanmak zaman alıyor. Öpücükler yaraları kapatmıyor. "Sensiz yapamam" denirdi önceden, o zamanda bilirdik başa gelince eşşek gibi de yaparsın, hiçbirşey olmaz, insan acıdan ölmez ama öyle inanırdık. Birbirimizsiz yapamayacağımıza inanırdık. Şimdi arabesk oldu bu sözler. "Herkes herkessiz yapar hayatım" oldu karşılık verilen cevaplar. Sokayım gerçekçiliğinin taa dibine!!! İyi ki söyledin, ne güzel oldu. Hayatımda ki ne büyük bir sorun çözüldü bilemezsin. Ha birde bu yetmezmiş gibi yapılan en saçma geyiğe ben ciddi ciddi cevap verdiğimde, "şaka yapıyorum sevgilim ne bu ciddiyet" cevabına karşılık "mizah anlayaşım yok benim" deyip kendime bok atarak hala karşımdaki zattı yüceltebiliyorum.

Bunu da beceremiyorum. Neyi başarabildim ki zaten hayatımda! İnsan ilişkilerim sıfır, iş ilişkisi diye birşeyim zaten yok, ailemle bile doğru dürüst bir diyalogum yok, ne okulu bitirebildim ne yazıldığım kursları. Birde evlenmeye falan kalkıyorum. Hayallere kapılıp. Benden bi bok olmadıki hiç şimdi anne mi olacak, eş mi? Komik :)) Bunu da sürdürmeyi başaramıyorum bak ortada! Beni istemiyor artık. Canı sağolsun.

Kendimi tanıyamıyorum. Nasıl bu kadar öfkeli bir insan haline geldim. Sıkıştım kaldım. Ne eskisi gibi olabiliyorum, ne şimdi ki halimle yaşayabiliyorum. Ne olacak lan böyle deyip duruyorum. Biri birşey söylesin yalvarırım.

Yaşamak için bir amaç gerekmez mi? Bir amaç beğensem diyorum kendime, bakıyorum etrafıma malesef çekici gelen birşey bulamıyorum. Ne olacak böyle lütfen anlattıklarımı anlayan, yaşamış, çıkış yolu bulabilmiş biri varsa birşeyler söylesin bana! Hiçbirşey olmayacak böyle gidecek demeyin ama lütfen. Birşey olmalı.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Yaşam, gecenin konusudur. Saat 14:12 am

Karanlık fotoğraflar çektirmek istiyorum. Siyahlar içinde gri bir poz versem...

Tuvalete her girdiğimde popomu sileceğim her vakit, aklıma küçüklüğümde duyduğum bir muhabbet geliyor. Nezaket Teyze vardı. Öğretmendi. Ailede saygı duyulan, çekinilen bir hatundu. Demiş ki birgün bizimkilere, işini gördükten sonra önce tuvalet kağıdı ile sileceksin sonra suyla yıkayacaksın sonra tekrar tuvalet kağıdı ile sileceksin. Bizimkilerin aklı ermemiş zaar. "Olur mu canım öyle? Ona tuvalet kağıdı mı yeter? İsraf anacım israf bu Nezaket' in söylediği de..." Canlarım benim kendilerini savunacak bin tane mazeret sıralamışlardı. Nezaket teyzede yaman hatunmuş baksana kadının etkisine :)

Bir haber izledim. Adam karısını kendisinden boşanmak istediği için asit döküp, yakmış. Kadının tek gözü kör olmuş, diğer gözünü ise kurtarmaya çalışıyorlarmış. 25 yaşındaymış daha kızcağız. İçim acıdı.  Böylesine nasıl bir ceza verilmeli diye düşünüyordum. Bulamadım. Benden hukukçu falan olmazmış. Bir yandan asmalı bunları ibret olsun cümle aleme derken, bir yandan hasta bunlar tedavi edilmeli deyip, diğer taraftan nasıl bir ruh hali bunalımki bu karısına böyle birşey yapabilmiş diye anlamaya çalışıyorum. Nasıl bir yaratık insan? Düşünsenize Adem bile merakından cenneti redetmiş. Sahi var mı acaba bu elma, şeytan vs. olayı? Neyse konuyu dağıtmayayım ne diyordum? Hayvan herif... hapislerde çürüyesin emiiii!!!

Daha anlatacaklarım var. Aldığım kitapları yazmıştım ya, Gündüz Vassaf' ın Cehenneme Övgü' süne başladım. Nasıl güzel bir kitap bu! Altını çiziyorum. Fırsat buldukça paylaşmaya çalışacağım.

İş yerinde olduğumu unutmadan işime geri dönmeliyim. Anlatmak istediklerim başka zamana veya içimde patlasın :(

İşimden ve birlikte çalıştığım insanların birçoğundan nefret ettiğimi söylemiştim değil mi? Bu duyguyu içime yerettiren ve pekiştiren sevgili çalışma arkadaşım Emre' yi de buradan anmasam olmaz, selamlar!!!

Radyasyondan çok birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar - Saul Bellow

8 Şubat 2010 Pazartesi

Kimse sandığım kadar masum kalmadı

Tertemizdi sanki dünya gözlerimi açtığım anda

Hiç düşünmeden inandım masal tadında yarınlara
Yalanlar ortasında kaldı tüm çocukluk anılarım
Çizgi romanların dışında bir kahraman bulamadım
Toz pembe olmasaydı keşke tüm rüyalarım
Hep sorular sordum ama cevaplarını alamadım
Hep yalan söylenmiş hep yalan
Kavuşamadı hiç ayrılanlar, masallar gerçek olmadı
Aşık oldugum sokaklarda kimseler konuşmadı
Ama şehir hiç susmadı hep ağladı hep ağladı…
Son bir umut verse biri
Ve güzel olacak bir gün herşey dese
Ben inanirim belki de bu yalana
Ben de alışırım gözlerimi kapamaya
Bir yol görünse uzaklarda ışıklar altında son bulan
Melekler alsa beni götürse karanlığa teslim olmadan
İşkence gördü asfaltlar, çatlaklarına kan doldu
Yıkıntılar arasında kaç çocuğun hayalleri kayboldu?
İnsan neden kendini unuttu neden kendinden oldu?
Hangi yolda kaç kişi bir hiç uğruna canından oldu?
Hep yalan söylenmiş hep yalan
Ayrılanlar hiç kavuşmadı, dinlediğim masallar hiç gerçek olmadı
Kimse sandığım kadar masum kalmadı, savaş durmadı ölüm azalmadı
                                                                     (Manga-Alışırım Gözlerimi Kapamaya)

Boyalı Kuş - Jerzy Kosinski

Boyalı kuşların hikayesini bilir misiniz? Aklımda, uzun zamandır anlatacağım araya başka birşeyler giriyor. Anlatacağım, üşeniyorum. Anlatacağım, unutuyorum. Bu sabah hazır yazı konusunda hamaratlığım üstümdeyken yazayım dedim. Yazıda kitaptan, forumlardan, edebiyat sitelerinden alıntılar var.

Farklı olmayı anlatmaktadır “Boyalı Kuş” isimli romanında Polonyalı yazar Jerzy Kosinski. Avrupa’nın Katolik ve Ortodoks ortamlarında, ikinci dünya savaşı sırasında ailesi tarafından korunmak amacıyla sokağa salıverilmiş kara kafalı bir Musevi çocuğun Nazi baskısı altındaki sarışın bir Avrupa’da yaşadıklarını.

1939 yılının sonbaharı, İkinci Dünya Savaşı'nın ilk haftaları. Binlerce benzeri gibi altı yaşındaki o küçük çocuk da, Orta Avrupa'nın büyük bir şehrinde yaşayan annesiyle babası tarafından uzak bir köye gönderildi. Bir takım olaylar bütün hesaplarını alt üst etti. Başıboş kalan çocuk bir köyden diğerine geçti durdu.

Savaşın dört yılını geçirdiği köyler, belirli bir bölgede toplanmıştı. Köylerinden dışarı çıkmayan, kendi aralarında yaşayan, sarı saçlı, açık tenli mavi gözlüdür oraların köylüleri. Oysa çocuk esmer, kara kaşlı ve kara gözlüydü. Herkes çocuğu Çingene ya da Yahudi sandı. O günlerde Yahudiler, Nazilerin emri ile öldürülüyor. Yanında bir yahudi barındıran da öldürülüyor. Bu nedenle çocuk doğru dürüst ailelerin yanında falan değil ne kadar deli tuhaf insan varsa onların yanında kalmak zorunda kalmıştır. Kitapta anlatılan öyküler insan psikolojisini altüst edecek tarzdan. Alıyorsun başını iki elinin arasına her öyküden sonra uzun uzun düşünüyorsun. En azından ben kendimi hep bu halde buldum.

Kitabın adı olan boyalı kuşun öyküsü ise yürek parçalayıcı: Çocuk, kuşçu Lekh'in yanına sığınır. Lekh ormanda en güzel kuşları yakalar, bunları köylülerle takas ederek hayatını kazanır. Ludmilla yöredekiler tarafından dışlanmış bir kadındır ve Lekh'in sevgilisidir. Zaman zaman buluşurlar, ancak hiç kimse kadının yaşadığı yeri bilmez. Ludmilla uzun süre ortadan kaybolduğunda Lekh en güzel kuşlardan birini seçer, onun her yanını rengârenk boyar. Ormanda, çocuğa kuşu ayaklarından tutarak sallatır, tepelerinde onun bağrışına gelen yeteri kadar kuş toplanmasını bekler. Sonra bırakır sürünün içine boyalı kuşu. O özgür olduğuna emin, katılır sürüye. Onlar ise kendilerinden biri olmadığına inandıklarından gagalayıp parçalarlar garip misafiri; zavallı kuş tüysüz, kan içinde düşer yere. Lekh'in sevgilisini görememesi uzadıkça kuşların kurbanlığı da sürer.

Farklı olmanın cezası sabittir.

Kendinden farklı olanı insanoğlu da aynı şekilde cezalandırır. Yüzyıllar boyunca dil, din, ırk ve kültür ayrımcılığının kanla belirlediği sınırların bugün iyice cılızlaşmış bir hümanizmle ortadan kalkması olsa olsa safdilli hayalimizdir. Cicili bicili medeniyet düzeyimize rağmen bugün halen devam eden savaşlar, kültür çatışmaları ve doğanın bahşettiği kaynakların paylaşımının insanlar arasındaki dil, din, ırk gibi çeşitli farklara göre yapılıyor olması insanı bu kati umutsuzluğa sürüklemektedir.

İnsanoğlunun boyalı kuşlara verdiği cezalar çok acımasızdır. Galileo Galilei dünyanın döndüğünü iddia ettiği için 1633 yılında Vatikan tarafından müebbet hapse mahkûm edildi ve başka bilim adamları, filozoflar, sanatçılarla çok kabardı bu liste. İnsanlık değişimden korktuğu içindir ki yüzyıllar boyunca farklı olana saldırdı durdu.

Ve memleketimiz de dünyadan hiç geri kalmadı bu dışlama, yabancılama konusunda. Örneklerini gündelik yaşamda izledik durduk. Bir uzun saçlılara saldırıldı, bir top sakallılara, bir küpeli erkeklere… Köylü aşağılandı, rahat giyinen kadın taciz edildi. Farklı renklerde giyinmekten tutun da, eşcinselliğe kadar hemen her derecede farklılığa büyük bir saldırganlıkla cevap vermekte dünya toplumlarından hiç de geri kalmadık.