Farklı olmanın cezası sabittir!

Oysa ne güzeldir hayattan bihaber öyle yaşayıp gitmek. Farkında değilsindir hiçbirşeyin... ne güzel!

Yatarsın, uyursun hiçbirşey düşünmeden... sananedir senden gerisi?

Yapabilseydim gözlerimi kapatmak isterdim gördüklerime, kulaklarımı tıkamak duyduklarıma... öyle yaşayıp giderdim bende duymadan, görmeden, bilmeden!

23 Mart 2010 Salı

Bebelerimiz olduuuu

Off off off ne çok şey birikti yazacak, anlatacak.

Uyku ile ilgili sorunumu bilmeyen kalmadı sanırım. Gece uyuyamayıp, uyku hapları yutup sabah uyanamamalardan antidepresanlar, spor, kokular herşeyi denemişliğim vardır. En son melisa otu diye birşey duymuştum. Anneme dedim git bir bak aktara. Malum aynı sorun annemde de var. Aktara gidince bizimki aktar, "melisa otu pek etkili değildir, ben size kedi otu vereyim" demiş. Yalnız çok pis kokuyormuş. O nedenle annemde kapsülünü almış gelmiş. Sayısız faydası varmış. Özellikle depresyona, strese karşı alternatif tıp yöntemi olarak kabul edilmiş. WHO bile kabul etmiş te önerirmiş. 1985 yılından beri Almanya' da eczanelerde satılırmış. Midemde ülser var. Haliyle kapsül ilaçları yutamıyorum. Ancak bunun kapsülü de bitkidenmiş. Bir deneyeyim dedim. Yatmadan 1 saat önce 2 tane alın deniyor. Ben 1 tane alıyorum. Sonra mışıl mışıl bir uyku. Sabah dinç uyanıyorum. Psikolojik mi? Olabilir. Neyse ne umrumda değil. Kediotumla mutluyum. Antidepresanlarımı bıraktım. Sabah erken uyanıyorum. Konsantrasyonum tam. Huzurluyum. İnternette hakkında yazılmış binlerce yazı var. Benzer durumlarda şikayeti olanlar varsa bir baksın derim ben. Neden kediotu denmiş? Beyaz yapraklı bu bitkinin kokusunu kediler pek bir severmiş. Kedileri hareketlendirir, neşelendirirmiş. Bir nevi bizim Prozac gibi bir etki yaparmış. Bu nedenle kediler bu otu bulduklarında topraktan çıkarır, başından da ayrılmazmışlar. Bağımlılık her canlıda var sanırım. Hatta bu bitkinin kokusunu sprey haline getirmişler, petshoplarda satarlarmış. Kedilerin oyuncaklarına sıkarmış insanlar, koltukları tırmalamasında kendi oyuncağıyla oynasın diye.

Yaz geliyor. Sokaklar, mağazalar herşey renklenmeye başladı. Cıvıl cıvıl adeta. Boncuklar, pullar rengarenk t-shirtler, etekler, elbiseler, ayakkabılar. Ama fiyatlar hiçte böyle heyecanlandırıcı değil. Gezdim biraz şöyle etrafı. Bir t-shirt sadece baskı resimleyse 15 lira. Ama ucuna kıyısında az bişi boncuk işlenmişse, birşey eklenmişse 40 lira. Boncukları dizmişler lastikli misinalara 5 tanesi 15 lira. Yuh artık. Malum evleneceğim. Hepsine bakıp bakıp iç çekmektense kollarımı sıvadım. İnternetten arandım durdum biraz. Neyi nasıl yaparız? Ne lazım? Modeller nasıl? T-shirt süslemesi hakkında pek birşey bulamadım. Bilen varsa paylaşsın. Şimdilik aklımdaki fikirler askılı badilerimin kenarlarını boncuklarla bezemek oldu. Bittiğinde resimlerini paylaşırım. Dün akşam bir sürü boncuk aldım. En kısa zamanda da Eminönü' ne gidip etrafı kolaçan edeceğim. Malzemelerimi de not aldım. Birşeyler üretebilmeyi başarırsam söylediğim gibi resimleri paylaşırım.

Haftasonu Asya' mın doğumgünü. Hediyelerini aldım. Çok özledim bızdığımı. Cuma akşamı işten sonra doğru Edirne' ye.

Evliliğe yönelik ilk hazırlığımı harika bir yemek takımı alarak başladım. Siyah, kırmızı, beyaz günlük kullanım için bir yemek takımı. Diğer aksesuarlarla da zenginleştirdim. Kırmızı baharatlıklar, beyaz tuzluklar, siyah, kırmızı, beyaz kahvaltı takımı falan derken gayet ucuza harika bir takımım oldu. Bernardo diye bir mağaza. Alışveriş merkezlerinin içinde yerleri. İnanılmaz bir indirim var. Çok ta zevkli tasarımları var. Tavsiye ederim.

Bu arada bahçedeki kedilerden 2 tanesi doğum yapmış. Bebeklerimizi henüz kucağımıza alma şansımız olmadı. Anne saklıyor. Yaklaşık 4 tane daha doğum bekliyoruz. Sonra hepsi doğru veterinere... Kısırlaştırılacaklar. Dün akşam mamalarını alıp indirdim. Yaklaşık 10-15 kedi var. Hepsinin garip garip huyları var. Karınlarını doyurdum. Coşkun' umuz var bir tane. Bizim bebelerin ağırlıklı babası diye tahmin ettiğimiz. Mamayı yedi, banka kuruldu. Bir sigarası ile viski kadehi eksikti patisinde. Haremini süzer gibi bakıyordu. Çok komik oluyor bu kediler. Yavru isteyen olursa bana ulaşabilir. Biz elimizden geldiği kadar bakacağız. Ama o kadar yavruyu eve alamayız. Şimdilik bahçede yer hazırlıyoruz. Fakat köpekler veya erkek kediler yavruları boğabiliyor veya araba altında ezilebiliyorlar. Hasta olabiliyorlar. Şimdiden ilaçlarını falan tedarik ediyorum ama herzaman yanlarında olamıyorum. Sahiplenmek isteyen olursa lütfen bana ulaşsın.

Bahar sendromu mu nedir bilemiyorum. Hiç çalışasım yok. Aklım fikrim sahilde, korularda, sokaklarda ama ben bir dağın eteğine kurulmuş, şehrin dışında bir organize sanayi sitesinin içinde fabrikaların arasında tellerle örülmüş bir bankanın içindeyim. Cam bile açılmıyor yaeeaa!

Nisan' a az bir süre kaldı. Sınavlar yaklaşıyor ama ben hiçbirşey yapmış değilim henüz. Yine sınav zamanı, yine Gökhan' la aramız açık. Takmayacağım diyorum ama gönül ferman dinlemiyor bu ayrılık çok acıııııııııı.

İşler de bir yandan birikip birikip duruyor. Off Allah' ım offf... Azcık dürtsen beni, bir can versende kalksam yapsam herşeyi.

Kitaplar birikiyor. Okunmak üzere. Kitap bile okuyamıyorum. Şöyle birkaç haftam olsa kafama göre takılsam ne güzel olurdu yaa. Nee istifa mı etsem? :)

Ferda ile hiç konuşamadım son zamanlarda. Canım benim okursun biliyorum. Çok özledim seni. Deli gibi koşturuyorum, kaydadeğer hiçbirşey yok ortada ama zaman nasıl oluyorsa tükeniyor gidiyor. Aklımdasın. Ben gelemiyorum. Sen gelllllllllll ne olurrr...

Kısacası durumlar böyle. Yazacak daha çok şey var ama bir çay keyfi yapayım fabrikalara karşı terasta, öğle güneşi altında :)

10 Mart 2010 Çarşamba

Bu sabahların bir anlamı olmalı...

Sabah uyanamıyorum.
Alarm çalıyor. Tek gözümü açıyorum. 5 dakika erteliyorum. 5 dakika sonra tekrar çalıyor. (Bence 1 saniye sonra çalıyor.) Tek gözümü açıyorum. Dışarı bakıyorum. Hava kapalı. Yağmur yok. Tek kolum yorganın üstünde kalmış. Buz gibi olmuş. Demek ki hava soğuk. O tek kolu yorganın içine almak ölümcül hata oluyor. Sıcaklık öyle güzel geliyor ki, geri uyuyorum. Saati 45 dakika sonra çalması için ayarlamış halde.
Bu arada işe giderken şöyle bir olay var. Sabah 07:20' de evimin önünden servise binebilir, işe gittiğimde güzelce kahvaltımı yapabilir, mesai saatinde içim rahat ve "erken kalkmayı başardım, bende sorumluluklarımın farkındayım" gururuyla işe başlayabilirim. İşte o 45 dakika sonrası ilk kaybettiklerim bunlar. Bir sonraki servis 09:00' da Gayrettepe' den kalkıyor. Evden çıkıp, minibüse kadar yürüyeceğim, şanslıysam ilk minibüse bineceğim, şanslıysam otururum, şanslıysam trafik çok yoktur, şanslıysam 9 servisine yetişirim. Genelde işe gidişim bu 2.şık ile oluyor. Her gece sabah erken kalkacağım daha doğrusu saatinde kalkacağım diye kendimi ne kadar motive edersem edeyim, sabahları o tek kolun yorganın altına alınması ile bildiğim herşeyi unutuyorum. Hayatımdaki herşey uyku oluveriyor. İşin tuhaf tarafı o 45 dakikayı da mışıl mışıl uyuyarak falan geçiremiyorum. Vicdan azabıyla, yarı uykulu yatağın içinde dönerek.
Çoğu sabah iğrenç bir trafik oluyor. Bazı sabahlar polis çevirmesi nedeniyle (ayakta yolcu alma yasağı) minibüsler almıyor. Evden çıktığım andan itibaren hatim indiriyorum resmen. Bildiğim tüm duaları okuyorum. Saat geçtikçe, trafik arttıkça dua sayısı artıyor. Bu iş hayatı beni imana getirdi desem yeridir. Bazen dua ederken minibüste uyuyakalıyorum. Sonra duayı tamamlayamadığımdan mı nedir, servisi de kaçırıyorum.
Şu minibüslerde sabah bütün sersemliğime rağmen beni hayretler içinde bırakmaya kabiliyetli insanlar var. Mesela sabahın o kör saatinde (benim için 11' e kadar sabahın kör saati oluyor, çok zorda kalırsam 10:30' a çekebilirim en fazla bu süreyi) ben daha yürümeyi beceremezken, asılanlar falan olabiliyor. İki dirhem bir çekirdek giyinmiş, (bütün soğuğa, yağmura meydan okurcasına minicik etekler, incecik montlar, topuklu aykkabılar) saçlar yapılı, makyaj dersen o biçim hatunlar görüyorum. Vay be diyorum. Benim bunu yapabilmem için akşam 5' te falan yatıp, sabah 5' te kalkmam lazım sanırım. Hoş o zaman bile beceremem. Ben ise, dişlerimi fırçalayıp, elimi yüzümü zor yıkıyorum. Üşenmiyorsam saçlarımı tarayabilirim. Yaa çok kıskanıyorum. Bende onlar gibi başlamak istiyorum güne... Düşünsenize ne çok enerjileri var demek oluyor bu. Hava soğuk katkat giyiniyorum, birtek gözlerim görünüyor.  Evet birtek gözleri görünen, onlar da uykusuzluktan kıpkırmızı olmuş yaşlar akan birine asılabilenler çıkabiliyor. Tek aklıma gelen yalpalamamdan falan yola çıkarak "eyytt bilader bu hatun kesin akşamcı, bundan iş çıkar" mantığı yürütmeleri olabilir. Derken ben 9 servisini de kaçırıyorum. Bir sonraki servis 10:30' da... Hoppaaa! 1,5 saat sabahın ayazında ne yapacağım ben? Buluyorum birşeyler. Param varsa etraftaki kafelerden birinde güzel bir kahvaltı ısmarlıyorum kendime. Battı balık yan gider misali. Ohh üstüne de mis gbi bir türk kahvesi. Bazen Beşiktaş' a iniyorum. Dolanıyorum. Ama istisnasız her sabahım kriz halinde geçiyor.
Serviste uyuyorum. O kadar rahat ki sabah servisleri uyumamak elde değil. Birde kaloriferi açmıyor mu şöfor... Yarım saatlik yol bence 5 sakikada bitiveriyor. İşe geliyorum. Başım ağrıyor. Uyuyup uyanmaktan. Rüzgardan. Bunalmaktan. Stresten. Blablabla...
Şimdi soru şu? Ne olacak benim bu halim? İşi gücü bırakıp evde mi takılmak lazım? Geceleri mi çalışmam lazım? Tek sorun sabah uyanamayıp, işe geç kalmak değil. Uyanırken can çekişip o canı verememek. Sinirlenmek. Güne o sinirle başlamak. Son günlerde bütün sinirime rağmen inadına gülüyorum halime.
Sahiden son birşey daha var. Hiçbirşeyin ortasını bulamıyorum ben. Bugünlerde de ota boka gülme çıktı. Toplantılarda, ciddi birşey konuşulurken, yolda, otobüste kısacası anlamsız bir kıkırdama hali. Devreler yandı sonunda galiba. Olsun keyifli. İçmeden sürekli marihuanalı gibi gezmek, bedavadan.
Hala işteyim, inanamıyorum. Uykusuzluktan gözlerim kapanıyor. Bir kahve alayım. İsteyen?


Bu sabah bir umut var içimde
Nasıl olsa geri gelirsin diye
Herşey yerli yerinde yine
Bu sabahların bir anlamı olmalııııııııııııı

4 Mart 2010 Perşembe

Şu eski kulağı kesiklerden

Bobilerde geziniyordum. Baktım ki bizim kulağı kesik Van Gogh hakkında bir sürü geyik yapılmış. 


Van Gogh hani şu ünlü ressam. Kulağı kesik adamcağız. Şimdi bu adamın neden kulağının kesildiğine dair bir yazı okumuştum. İlginç gelmişti öykü. Aklımda kaldığınca anlatayım. Bu Van Gogh sinirli, sürekli düşünen, okuyan, yazan depresif bir kişilik. Bir kriz anında kulağını kesip, bir oruspuya hediye etmişte kadıncağız oracıkta bayılıp kalmış. Neden kulağını vermiş bilemem. Çünkü diğer bir söylentiye göre kadını şeyedememiş. Ee öyleyse zaten bir işe yaramıyor zaten deyip, pipisini kesip verseymiş ya. Sırf bu nedenden dolayı bana da ikinci söylenti daha doğru gibi geliyor. 
Gaugin diye bir adam Van Gogh' un oda arkadaşı. Van Gogh o sıralarda bir ressam komünü kurma derdinde. Arles' in kadınlarının çok güzel olduğunu duyuyor ve oraya gitmeye karar veriyor. Peşinden bir şekilde bu Gaugin' i de ikna edip sürüklüyor. Bunlar gittikleri yerde bir kerhaneye gidiyorlar. Gaugin serseri, çapkınlık peşinde koşan zengin maçonun teki. Gaugin bir güzel vaktini değerlendirirken, bizim fan hoh' ta tık yok. Sonra bunlar yolda giderken fan hoh başlıyor dert yanmaya. Ben niye yapamıyorum falan ağlanıp sızlanıp duruyor, Gaugin iti de ee siterim ulen böyle muhabbeti deyip çekiyor kılıcı kesiyor bizimkinin kulağını. Bir diğer söylentiye göre de ikisinin aynı oruspuya aşık olabileceği söyleniyor. Van Gogh alıyor yerden kulağı bir zarfa koyuyor ve götürüp kadına veriyor. Sanırım bak seni şeyedemedim ama senin için kulağımdan oldum, sesimi çıkarmadım aldım sana getirdim. Erkek adamım ben mesajı olabilir. Bu da benim yorumum. 


Neyse, Gaugin bu olaydan sonra mahalleyi terketmiş. Frengiden ölmüş. Onunda güzel resimleri vardır. Nietzsche' nin de frengiden öldüğünü okumuştum. Van Gogh kendini tımarhaneye koydurtmuş birkaç kez. Birkaç kez de kardeşi onu tımarhaneye koydurtmuş. Mahalleli bile imza toplayıp tımarhaneye tıktırtmış. Birgün, çok ama çok depresyondayken tımarhaneden çık sen, yürü, yürü ve bir tarlanın ortasında kendini göğsünden vur. Yarasının ölümcül olduğunu farkedemeden geri yürümüş. İki gün sonra 37 yaşında ölmüş . 

Yağdı yağmur çaktı şimşek sende mi yazar olcan ulan eşşolueşşek

Bir gün bir kitap yazma hayalim var. Hayatı ti ye almayı başardığım zaman, masal tadında antidepresan kitabı yazmak istiyorum. Eh var benimde kendimce kafamda birşeyler. Bir gün bunu yapacağım. Üretmek güzel şey. Ne yapıyorum ki zaten? İşe gidiyorum. Yorgunluktan, uykusuzluktan ölüyorum. Bütün gün insanlarla uğraşıyorum. Eve geliyorum. Televizyon izliyorum veya kitap okuyorum. Bazen bir film... Bazen sorumluluklarımı hatırlayıp ders çalışıyorum. Sevgiliyle buluşuyorum.

Ölümü düşünürüm bazen. Yok olma düşüncesi çok garip geliyor. Biranda yok oluyorsun. Artık hiçbirşeyin önemi yok. Güldüklerinin, üzüldüklerinin, sevdiklerinin, sevmediklerinin... Alabilmek için yemeyip içmeyip para birktirdiğin, aylarca borcunu ödediğin eşyalarının, kıyafetlerinin. Yediğin yemeğin, içtiğin suyun sigaranın. Yok oluyorsun. Herşeyi biranda arkanda bırakıyorsun ve bilmediğin bir yere gidiyorsun. Ya da hiçbiryere gitmiyorsun. Bedenini toprağın altına gömüyorlar ve bitiyor. Gördüğün deniz artık yok, bir evin artık yok. Senden geriye hiçbirşey yok. Başlarda ailen, seni seven birkaç kişi ağlıyor arkandan. Kırkında mevlüd yapıyorlar. Sonra ayda bir hatırlamaya başlıyorlar. Sonra resimlerini gördükçe hüzünleniyorlar. Ama herkes hayatına devam ediyor. Unutuluyorsun. Dünyada hergün milyonlarca insan ölüyor. Arkasından ah, vah diyoruz unutuyoruz. Ölüm şekli biraz garipse bir süre hatırlarda kalıyor hepsi bu.

Bugün Antonia Vivaldi' nin doğum günüymüş. Pek severim kendisinin bestelerini. Google' da anısına resim değiştirilmiş. İlk önce düşündüğümde kendi kendime "evet insan giderken ardında birşeyler bırakmalı" dedim. Daha sonra düşündüğümde, "bu nasıl bir eziklik" dedim. Sırf hatırlanmak için birşeyler yapmak çok manasız geldi. "Hayata bir katkın olacaksa, dünyaya bir faydan olacaksa, insanlara vereceğin birşeyler varsa yap birşeyler" dedim. Velhasıl, faydam olur mu kimseye bilmem ama bildiklerimi yazmalıyım. Kimse okumasa ben okurum. Bir bakıma kişisel tatmindir hem bu. Birşeyler yapabildiğini, üretebildiğini görmek motive eder. Güzeldir.

Yapmam gereken daha çok şey var. Birinci hedef, çalışıp ders bırakmadan son sınıfa geçebilmek. Herşeyden önemlisi bu. Mutlu bir insan olacağım artık. Hayatta zorluklar, pislikler, çirkinlikler var biliyorum. Ama bunlar için benim yapabileceğim şey suratımı asıp, sinir krizleri geçirmek değil. Uyanış olsun bugünler benim için. Dönüm noktam. İçimdeki sevgiyi inadına paylaşacağım. Ne kadar başarılı olabileceğimi bilmiyorum. İlerleyen günlerde yine birilerine sövdüğüm yazıları okuyabilirsiniz burada. Bu da hayatın bir parçası. Sinirleneceğim, kızacağım, üzüleceğim, güleceğim, ağlayacağım, eğleneceğim, dans edeceğim ama delirmeyeceğim. Bunları da buraya yazıyorum çünkü yazmak daha iyi anlamaktır birşeyleri. Yediğiniz yemeği hazmetmektir.

Biryerde de yazmak boşalmaktır. Bir nevi mastürbasyondur yazıyordu. Doğrudur. Yazmak keyiflidir.

1 Mart 2010 Pazartesi

Bu sabah mutluluğa aç pencereni



Bu sabah mutluluğa aç pencereni
Bir güzel arın dünkü kederinden
Bahar geldi bahar geldi güneşin doğduğu yerden
Çocuğum uzat ellerini

Şu güzelim bulut gözlü buzağıyı
Duy böyle koşturan sevinci
Dinle nasıl telaş telaş çarpıyor
Toprak ananın kalbi

Şöyle yanıbaşıma çimenlere uzan
Kulak ver gümbürtüsüne dünyanın
Baharın gençliğin ve aşkın
Türküsünü söyliyelim bir ağızdan

ATAOL BEHRAMOĞLU




Bahar geliyor. Sabah uyandığımda ilk önce güneşliği aralayıp pencereden gökyüzüne bakıyorum. Hiç yataktan çıkmadan, diğer gözümü açmadan. Kışı, yağmuru, soğuğu sevemeyenlerdenim. Şu günlerde hava hala soğukta olsa güneşi görmek kalkmak, hareket etmek için bir neden oluyor. Bahar gelirken içim kıpır kıpır, karnımda kelebekler uçuşuyor resmen. Bazen insan olarak dünyaya gelmiş olmamın yanlış olduğunu düşünüyorum. Kış uykusuna yatan canlılardan biri olmalıymışım ben. Sincap, kirpi, kaplumbağa ne bileyim herhangi biri olabilirmişim veya kışın sıcak ülkelere kaçan kuşlardan biri. O kadar süre uçmak istermiydim bilemiyorum. Her defasında farklı bir ülkeye gidiyorsak neden olmasın? Bazen koala olarak doğsaymışım keşke diyorum. Tam benim tarzım bir hayatları var.

Eskiden, bir sürü vaktim olduğu zamanlarda ve hayat kesin çizgilerini çizmemeye başlamadan önce ne çok hayal kurardım. Aklıma geldi şimdi öylesine...

Neyse diyeceğim o ki bahar geliyor. Herşey renklenecek. Siyahları çıkarağız. Rengarenk ciciler giyineceğiz. Sandaletler, babetler, renkli renkli tshirtler... Sonra denize gitmek var. Sarımsaklı' ya gitmek var. Sarımsaklı' da tekne turu yapmak var. Köşedeki dondurmacıda 20 dakika sıra bekleyip, dondurma yemek var. Teyzemi görmek var. Balkonda bidonlarda güneşte ısttığımız sularla duş almak, menemen yiyip balkonda çayla çekirdek çıtlamak var. İstediğin kadar uyumak, tatil yapmak var. Güneşin batışını izlemek, kumsalda cep telefonunda dinlenen müzik ile bira içmek var. Güneşten soyulmak, kaşıntıdan ve sivrisineklerden uyuyamayıp gece hep birlikte kalkıp gülüşmek var.

Bahar geliyor. Fıkır fıkır şarkılar dinlenecek. Camlar açık olacak, herkes sokakta. Gece 12' de hala sokaktan çocukların sesi gelecek. Balkonda yerde kızartmayla karpuz yemek var. Beyoğlu' nda sokakta titremeden oturup, buz gibi biranın tadını almak var. Sahilde kahvaltı yapmak, yürümek var.

Bu yaz farklı olarak Ferda burada olacak. Ferda' yla gezmek tozmak var. Coca ile evlilik hazırlıkları var. Düğün dernek var.

Yazın habercisi bahar geliyor. Yapacak çok şey var :)