Farklı olmanın cezası sabittir!

Oysa ne güzeldir hayattan bihaber öyle yaşayıp gitmek. Farkında değilsindir hiçbirşeyin... ne güzel!

Yatarsın, uyursun hiçbirşey düşünmeden... sananedir senden gerisi?

Yapabilseydim gözlerimi kapatmak isterdim gördüklerime, kulaklarımı tıkamak duyduklarıma... öyle yaşayıp giderdim bende duymadan, görmeden, bilmeden!

24 Aralık 2009 Perşembe

İçelim, akıllanalım...


Bir bufalo sürüsü en yavaş bufalonun hızında hareket eder. Sürü saldırıya uğradığında ilk olarak en arkadaki zayıf ve yavaş olanlar öldürülür. Bu doğal seleksiyon sürünün tümü için yararlıdır, çünkü sürünün genel hızı ve sağlığı bu zayıf üyelerin ölümü sayesinde korunur.

Aynı şekilde insan beyni de en yavaş beyin hücrelerinin hızında çalışır. Bugün bildiğimiz gibi alkolün aşırı tüketimi beyin hücrelerini öldürmektedir. Ancak, doğal olarak, alkol en yavaş ve zayıf beyin hücrelerine saldırmaktadır.
Bu yolla rakının ve/veya şarabın düzenli tüketimi zayıf beyin hücrelerini öldürerek beynin daha hızlı ve etkili bir makine olmasını sağlamaktadır.

İşte bu nedenle bir kaç kadehten sonra her zaman kendinizi daha zeki hissedersiniz.
Öyleyse neymiş? İçelim akıllanalım.

Vay be demek ki hükümet boşuboşuna heryere hızla içki yasağı getirmiyor.

22 Aralık 2009 Salı

Öyleyse bir nankör kedi diyelim mi?

Yazamıyorum. Çok karın ağrım var çoook, sıçamıyorum. Vaktim yok.

Kardeşim evlenmeden önce kavga ederdik. En çokta kıyafet kavgası. Sabah benden önce evden çıkardı. Gizlice dolabımdaki kıyafetleri kaçırırdı. Sanki o gün onları giymek isteyeceğimi biliyormuş gibi, hepte o gün giymeyi düşündüklerimi giyer giderdi. Akşam kavga kıyamet tabi. Şimdi evlendi. Misafir gibi geliyor. Giymek istediği birşey olduğunda ezilebüzüle soruyor. Bu duruma hala alışamadım. Keşke yine sormadan alıp giyse, keşke yine kavga edebilsek. Ama biz 3 senedir hiç kavga etmedik.

Başarı hamile kalmak gibiymiş. Hamile kalınca herkes seni tebrik eder ama hamile kalana kadar kaç kere şeyedildiğini kimse bilmezmiş. Şeyedilip bir de hamile kalamamak var ki o en kötüsü galiba. Benim gibi... Tabi şeyedilmekten zevk alıyorsan sorun yoktur tabi. Uff neyse ben bu cümle üzerine belli ki bin tane tez üreteceğim.

Keşke insanın vücudunda bir düğme olsa. Aklından geçenleri istediğin zaman kaydedebilsen. En olmadık anlarda bir sürü şey geliyor aklıma sonra unutuyorum. Yazmak için fırsat bulduğumda ise hiçbirisini hatırlamıyorum.

Haftasonu Starwars Episode4 izledim sonunda.Bu tip filmleri izlemem gibi bir takıntım vardı. Ama sonunda biraz merak, biraz yarimin baskısı, biraz arkadaş ayıplaması üzerine izledim. Beğendim mi? Evet. Bayıldım mı? Hayır. Ama şu diroid olayını sevdim. Bende istiyorum bir tane R2D2.

"Nietzsche ağladığında" bunu izlemek istiyorum. Bu akşam inşallah izleyeceğim. Görüşlerimi bir ara paylaşırım, umarım.

Şuan işteyim hala. Çok işim var yine ama ben de çalışmak adına en küçük bir istek yok yine. Ama daha fazla suistimal etmeyeceğim. İşime dönüyorum.

Son birşey, blog adresi neden mi sürekli değişiyor? İstediğim adreslerin hiçbirisi boş değil. Ama sonunda buldum. Bir daha değişmeyecek. "Jerzy Kosinski-Boyalı Kuş" Okumadıysanız okuyun. Orjinal basımını bulup okuyunuz. Şiddetle tavsiyemdir. Hatta bende kitabımı bulabilirsem 2. defa okuyacağım.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Sus be kadın!!!

Bugünün şarkısı "The_Proclaimers-I'm gonna be" olsun. Özellikle bu soğuk kış günlerinde güne başlamak için harika bir şarkı. Dinlemek için, Sayfaya yüklemek isterdim ama belki bilgisayarınızda müzik dinliyorsunuzdur. Benim yazdığım bir yazıyı okumak istiyorsanız, benim seçtiğim müziği dinlemekte zorundasınız anlayışı bana pekte doğru gelmiyor. Herneyse dinleyin derim.

DTP kapatıldı. Ne diyeceğimi bilemedim. Şimdi olayların ardı arkası kesilmiyor. Madem kapatılacaktı neden açıldı? Neler dönüyor bu ülkede? Benim kişisel fikrim, ayrım yapan herkesle oturulup konuşulmalı. Neden bunu yapıyor öğrenmeli. Doğrusu anlatılmalı. Biliyorum ohoo diyorsunuz. Benim ki bir umut işte. Ölen her insan için canım yanıyor benim. Kürt-Türk, Alevi-Sunni, Sağcı-Solcu, başörtülü-başörtüsüz soktular aklımıza sürekli birşeyler. Kışkırtıp durdular. Bizi birbirimize küstürdüler, düşman ettiler. Kadın-erkek çatışmalarını bile anlayamazken ben daha neler neler çıkarıyorlar. İnsanız ya hepimiz. Birkaç kişinin cebine para girecek diye çok ağır bedeller ödüyoruz. Neyse bu konuda söyleyecek çok şeyim var daha ama yazasım yok şuanda.

Benim anlayamadığım çok konu var. Nedenini merak ettiğim. Bunlardan birtanesi de, feysbuğumuza heran yaptığımız herşeyi yazmak, bıkmadan usanmadan msnimizde herkese açıklamalar yapmak. Tüm bunların karşısında birisi birşey sorduğunda da sanane dememiz. Sorgulanmaktan hoşlanmıyorum dememiz. Ulan sen her an yediğin her haltı tüm dünyaya ilan ederken bugünde ben sormuşum ne olmuş. Hoş merakta bırakmıyorlar ya içimde, ne sorayım. Televizyon izliyoruz, dizi keyfi, yemek yapıyoruz, Taksim' e akıyor, sıkılıyor, hasta, alışveriş yapıyor, tırnaklarını kesiyor. Bir sevişiyoruz yazanı görmedim henüz. Ne olur bunu da yazın. Çok merak ediyoruz. Hangi saat dilimlerinde seviştiğinizi, hangi pozisyonlarda neler yaptığınızı!!!

Arayıp "ne yapıyorsun?", "nasıl gidiyor hayat?" diyemez oldum kimseye. Biliyorum çünkü ne yaptığını? Güzel birşey bir bakımdan. Telefon kullanmıyorum. Beynim pişmiyor. Ama ne olur arayıp ta "bir arayıp sormuyorsun, öldük mü kaldık mı bir merak etmiyorsun hayırsız" gibilerinden sitem etmeyin bana. Merak ettirmiyorsun, aramıyorum çünkü biliyorum sürekli neler yaptığını. Bilmek istemiyorum amaaaa deyince suçlu oluyorsun birde. Çemkiren, huysuz şey oluyorsun. Ahhh ahhh... Ne yapsak ne yapsak bir hamak bulup sallansak...

Ama bu konunun diğer bir boyutu da aynı evde yaşayan insanların birbirine feysbuk üzerinden mesajlar göndermesi. "Kocacım çok tatlısın" veya "Karıcım bu etek sana çok yakışmış" Ulan nasıl bir ilişki bu? Eğer karıcınsa kocacığınsa normal şartlar altında aynı evde yaşıyor olmalısınız. O halde? Neyse mutluysanız böyle ne diyeyim? Pek bir sever olduk herşeyimizi paylaşmayı? Herşeyimizi derken kimsenin işine yaramayan, özel olan herşeyimizi yoksa hala bir lokma ekmeği bile paylaşamaktan aciziz.

Şu sokaklarda kağıt mendil vs. satan çocuklara yardım etmeli miyiz? Ben çok üzülüyorum. Çok ta sevimli oluyorlar. Bende tav olmaya hazır. Duygusallık hat safhada ama doğru mu yapıyorum yanlış mı bilmiyorum. Sizce bu işin doğrusu nedir?

Ne zaman düzelecek bu ülke? Ne? Bunlar iyi günlerimiz mi? Deniz yıldızı hikayesini bilen var mı?

'Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca, bu kişinin sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve 'Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?' diye sorar. Topladıklarını denize atmaya devam eden kişi, 'Yaşamaları için,' yanıtını verince, adam şaşkınlıkla, 'İyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki?' der. Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi, 'Bak, onun için çok şey değişti,' karşılığını verir'

İşte böyle! Ben mi kurtaracağım dünyayı dememek lazım. Evet belki dünyayı kurtaramazsın ama bir deniz yıldızını kurtarmakta çok şey değil midir?

Peki deniz feneri hikayesini bileniniz var mı?

Neyse yeter bu kadar. Dilime biber sürecekler :)

Vallahi billahi şart şu eğitim

Küçüklüğümden beri duyarım. Her ensest ilişki karşısında büyükler "töbe töbe biz kızılbaş mıyız" gibi cümleler kurardı. Nedir bu kızılbaşlık? Kızılbaş' ın kelime anlamı taa Uhud Savaşı' na dayanırmış. Hz. Ali Uhud Savaşı' nda kendisini Hz.Muhammed' e siper ettiği sırada başından yaralanmış. O sırada başına bağladığı bez kandan kızıl rengine boyanmış. O günden sonra aleviler ise bunu gurur duydukları bir olay olarak kendilerine kızılbaş demişler. Daha sonraları tarihte birçok kere alevilere karşı yapılmış karalamalar, dışlamaların sonrası bu kızılbaş söylemi de kötü birşeymiş gibi kullanılmaya başlanmış. Neyse dün benimde aklıma geldi merak ettim baktım. Bende sanırdım ki "mum söndü" olayıyla bağlantılı şekilde mum ışığından etkilenerek çıkan bir söylem. Kötü anlamda kullanılır sanırdım. Değilmiş.

Merak merakı getirdi. "Mum söndü olayı nedir?" diye sordum sevgili gogula.  Mum söndü olayını, alevi halkının akşamları bir eve toplanıp mumlar yakıp sonra bu mumları söndürüp birbirleriyle birlikte olduğu şeklinde bilirdim. Bilirdim de inanmazdım. Velhasıl haklıymışım. 16. yy' dan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar Osmanlılar alevileri tehdit olarak görmüş, ibadetlerini din dışı saymış ve alevi halkın ibadetlerini serbestçe yapmaları yasakmış. Jandarma, alevi olmayan halk baskı kurar türlü eziyetler yaparmış. Şu tarihimizde ki olayları okurken içim sızlıyor. Cehalet ne zor, ne kötü şeydir. Herneyse, bu yasaklar nedeniyle alevi halk rehber, pir, mürşid olarak isimlendirdikleri dini alimlerinin köylerine geldiği zamanlarda bir evde toplanırmış. Bu kişi önderliğinde ibadet ederlermiş. Jandarma' nın geldiği haber alındığında ise mumlar söndürülürmüş. Sonraları bu farkedilmiş ve kimdir bilemem ama birileri ortaya bana da anlatılan dedikoduyu yaymış. İnanılır gibi değil değil mi?

İyi şeyler unutulurken, kötü bir haber taa bize kadar ulaşabiliyor.

Dün akşam işyerinde asansörde 2 kişi tartışıyordu. "Hayvan terli" ne demek? Ben duymamıştım bu deyimi. Birisi, "hayvan terli demek, yürümez gitmez demek" diyordu. Diğeri ise, "hayvan terli demek tecrübeli, yemez anlamında kullanılır" diyordu. Sonunda iddaaya girdiler. Ben asansörden indim. Ama merak ettim. İddaayı kim kazanacak? Baktım ki, ikinci anlamda kullanılırmış. Tecrübeli demekmiş.

"Bizde ki kısmet, kız İsmet" diye bir deyim duydum Gökhan' dan çok sevdim. Nereden geldiğini bulursam yazarım. Bilen varsa bana yazsın.

Bugün Cuma... Ne güzel birgündür şu Cuma! Yapacak bir sürü şey var. Kendine ayırabileceğin zamanın var. Uyuyabileceğin zamanın var. Özgürlük var. Yarın akşam şöyle yarimle başbaşa bir rakı faslına gidesim var. 2 kadeh, bir kaç tabak meze yanında keyifli bir sohbet... Bitti mi bütün haftanın yorgunluğu? Bitmez mi :) Alkol aldıktan sonra özellikle şaraptan sonra uyumadan önce veya gece boyunca 1-1,5 litre su içmek lazımmış. Alkolun içindeki bir madde vücuttaki suyu emiyormuş. Özellikle maden suyu tavsiyemdir. Alkolle kaybedilen minarelleri yerine getirmeye yardımcıdır kendisi. Bu nedenle ertesi gün sendromunu yaşamıyorsunuz. Bizzat tarafımca denenmiştir. Ayran-soda ikilisi de buradan geliyor. Sanırım ayranda mideye yardım ediyor. Sabah kalkıp, yemek yemek istemeyince aç karnına sodayı kafamıza dikmeyelim diye.

Hazır Taksim' e kadar gitmişken akşam üstü orada bulunup bir de sahaflar pasajını gezmeden olmaz değil mi? Bakalım neler var neler yok? Beyoğlu, Taksim sevenler Ahmet Ümit' in Beyoğlu Rapsodisi adında bir kitabı var. Okuyun. Okumadan önce birkaç not kağıdı olsun kitabın yanında. Beyoğlu' nda ki her sokağın, her pasajın tarihi anlatılıyor neredeyse. Not alın derim yoksa benim gibi kitabı tekrar okumak zorunda kalabilirsiniz :) Sonra gidin bir gezin Beyoğlu' nu. Bir de öyle bakın derim. Aman ben tarih okurken bayılırım diyenler var ise, Ahmet Ümit kitaplarını bilenler bilir. Polisiye roman yazar yazarımız. Araya da olayların geçtiği yerlerin bilgilerini serpiştirir. Bir solukta okursunuz. Bu arada kitap tavsiyesi olan varsa yazabilir mi?

Haftasonunun tadını çıkarın. Çalışanlar varsa teselli edecek birşeyler yazabilmeyi isterdim ama haklısınız iğrenç birşey. İşini severek, çalışmak ibadettir diyenler varsa ne mutlu size. Çok kıskanıyorum sizleri bilesiniz.

Şimdilik bana müsade... Laf lafı açıyor ama benim gözler yorgunluktan daha fazla açık kalamıyor.

İyigeceler gece ;)

10 Aralık 2009 Perşembe

Ammaaann beeaaa!!!

Klasik müzik dinleyin.
Hiçbirşey düşünmek istemediğinizde, beyninizi boşaltmak istediğinizde, ruhunuzu arındırmak istediğinizde, üzüldüğünüzde, sevindiğinizde klasik müzik dinleyin. Yapabiliyorsanız gözlerinizi kapatın (ortam uygunsa zira herzaman heryerde gözünüzü kapatmayın), ruhunuzu notalara bırakın, hayal kurun, güzel yerler güzel şeyler düşünün. Ben Roma' yı, Venedik' i hayal ederim mesela ama günümüzdeki hallerini değil taa eski zamanları. Görmek istediğim tek yer... ama korkmuyor da değilim. Hani gidince ya hayallerimde ki gibi değilse, ya yıkılırsam, falan fıstık işte herneyse konumuza döneyim.
Klasik müzik dinleyin.
İnternette bir sürü radyo kanalı var ancak müzik çalarınızdan, telefonunuzdan dinlemek isterseniz malesef alternatifiniz azalıyor. Benim bildiklerim 88.20 TRT3 radyo.

İş hayatı en büyük okul. Sürekli birşeyler öğreniyorsunuz. Sürekli yenileniyorsunuz. Sürekli zorlanıyorsunuz daha iyisini yapmak için. Zor bir okul. Bu okula girmesi de zor, bu okulda kalmasıda. Değişik kuralları var. Çıkarlar var işin içinde, insanın içinde ki bencillik var. İki seçeneğiniz var ya, bu okuldan mümkün olan en büyük faydayı sağlarsınız kendinize ya da sürekli yakınır bir süre sonra yokolursunuz. Sürekli okul değiştirmeyin. Adaptasyonunuzu bozar. Sonuçta hangi okula giderseniz gidin müfredat üç aşağı beş yukarı aynı.

İnsanların eş seçiminde diğer yarılarını arıyorum söylemi, Platon' un "Şölen" isimli yapıtında Aristoples' in bir konuşmasında bahsettiği "Androgynus" isimli 4 kollu 4 ayaklı 2 başlı yaratılmış bir insan türü olan varlık varmış. Efsaneye göre bu Androgynus Zeus' u kızdırmış ve Zeus' ta onu cezalandırmak için ortadan ikiye bölmüş. İşte insan o gün bugündür diğer yarısını ararmış. Ben bulduğumu düşünüyorum. Ne güzel :)

Goethe' nin "Genç Werther' in Acıları" isimli aşk üzerine yazdığı bir romanı varmış. Okuduğum bir kitapta Almanlardan beklenmeyen romantiklik üzerine kitapta ki Alman karakterden gelen cevaptan öğrendim bunu.

Zor günler geçiriyorum bugünlerde. İşimle ilgili ciddi sorunlarım var. Çalıştığım insanlara güvenmiyorum. Üstelik neredeyse hiçbirisine... Tüm bunlara rağmen iyiyim. Dua ediyorum. Dua etmenin inanılmaz bir gücü var. Deneyin. İnancınız ne olursa olsun, inançsız bile olsanız dua edin veya kendinizle konuşun, hayalinizde bir karakter yaratın onunla konuşun. İç sesinizle konuşmak görmediğiniz bir çok şeyi görmenizi sağlayacaktır.

20 Kasım 2009 Cuma

Orada kimse var mı?

Selam Ey Sevgili Okuyucu...
Okuyan var mı yazdıklarımı merak ediyorum.
Ey ahali! Varsa içinizde denk gelip okuyan bir ses versin, mutlu etsin, merakımı gidersin :)

Sizde de var mıdır? Bazı günlerde herşeyi sorgulama, herşeye bir kulp takma, bir mutsuzluk hali, bir huysuzluk saçmalaması, ruhunuzda gezinen vesveseler vs.vs. Bazen de dünyayı kurtaracakmış gibi hissetme, şiddetle bir şeyler yapma hissiyatı, ressam mı olsam müzisyen mi yoksa fotoğrafçı ya da takı tasarımcısı... Sağlıklı beslensem, düzenli uyusam, spor yapsam, naylon poşet kullanmasam, yoksullara yardım etsem, huzurevlerini gezsem, bir sokak köpeği edinsem vs.vs. Merakla internette ilgili sayfaları okumak, anlık birkaç şey denemek ve sonra unutup gitmek... Bazen görüyorum, tanıklık ediyorum. Adam taa küçükken bilmiş ne istediğini. Çalışmış, uğraşmış, yapmış, başarmış. Hep gıptayla bakmışımdır öylelerine. Vay be! Helal sana! Bu yazı yazma hevesi de böyle bir anımdan geliyor, biraz da içimdekileri çemkirme isteği tabi.

İçimde tutamam. Yok anlatmalıyım bir şekilde! Bağırıp çağırmalıyım, kendi kendime de olsa ağız dolusu kötü sözler söyleyip, tehditler küfürler savurmalıyım. İşte o anlardan birinde başladı. İlk çemkirdiğim talihli sevdiceğim, gözbebeğimdi. Hainlik yaptıydı. Terkedip gitmeye kalktıydı. Bu arada 23 Ekim' de nişanlandık. Evet artık bir halkam var. Her baktığımda parmağıma sevdiceğimi düşünüp, güvenle gülümsediğim. Güzel şeyler bunlar.

Kış geliyor. Pek sevmem kendisini. Yazdır benim mevsimim. Bir atlet bir jean ayağına da taktın mı sandaletleri her yer kafeterya her yer eğlencelik. Tatil heyecanı içinde. Herkes sanki daha bir gülüyor gibi. Ya da bana öyle geliyor. Kişi kendinden bilirmiş ya... Olabilir. Akşamları sahil yürüyüşleri, bir çay bahçesi sohbeti, yaz konserleri, İstanbul boş, trafik yok, gece yarılarına kadar sokaklar cıvıl cıvıl, bizim Elm sokağı bile. Camlar açık, mis gibi hava, çiçekler, böcekler. Bir çay demlersin, atarsın bir sandalye balkona, minik radyo cam kenarında, bir kitap elinde ohh değmeyin keyfime. Özledim daha şimdiden seni yaz! Ama tuhaftır ki kışı özlemiş gibi olduğumu da hissettim ilk defa bu sene. Gariptir. Geçmişte kalan hüzünlü anları hatırlamayı severim ben. Bu sene de kışı düşündükçe öyle bir duygu geldi geçti yüreciğimden. Kış nedense bana hüzünlü geliyor. Yağmurdan mı havanın renginden mi? Yağmurda uyumak ta ne güzeldir, soğukta evde pineklemek, film izlemek, sinemaya gitmek, tiyatrolar, aralarda titreyerek sigara tüttürmek, bir fincan kahve, mandalina, portakal...

Sanırım amaç yeter ki yaşamak olsun. Pek bir klasik olacak ama her an her mevsim güzel!

Klasik müziğe bayılıyorum son bir iki yıldır. Masaja gitmek istiyorum. İtalya' yı ve Barcelona' yı görmek istiyorum. Mutfağım olsun istiyorum. Daha çok yaşamak istiyorum. İşe gitmekten pek keyif almıyorum. Orada ki birçok kişiyi komik buluyorum. Uyumak istiyorum.

Dün akşam bir video izledim. ABD'deki Carnegie Mellon Üniversitesi'nin Ölümcül Kanser Hastası Olan Öğretim Üyelerinden Prof. Randy Pausch'un son dersi.


Yaşamak güzel şey be! Hakkını vermek lazım...

İyi geceler

2 Ekim 2009 Cuma

İyi ki doğmuşsun Gandhi...

Tanrım!
Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek için
ve zayıfların alkışını ve sevgisini kazanmak için
ve yalan söylememek için bana yardım et.
Eğer bana para verirsen mutluluğumu alma
ve eğer bana güçler verirsen muhakeme yeteneğimi çıkarma.
Eğer başarı verirsen alçak gönüllüğü çıkarma.
Eğer bana alçak gönüllüğü verirsen saygınlığımı çıkarma.
Görünenin diğer yüzünü tanımama yardım et.
Benim düşüncelerime katılmıyor diye bana karşı olanları hainlikle suçlayarak,
onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme.
Kendimi sever gibi diğerlerini de sevmeyi
ve diğerlerini yargılıyormuş gibi kendimi de yargılamayı öğret bana.
Başarılı olduğum zaman sarhoşluğuma izin verme.
Nede başarısız olursam olayım, umutsuzluğa düşmeme izin verme.
Daha ziyade, başarısızlığı başarının öncesindeki bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla.
Hoşgörünün, güçlerin en büyüğü olduğunu
ve intikam arzusunun zayıflığın ilk görünüşü olduğunu öğret bana.
Eğer paradan yoksun bırakırsan, bana umudu bırak.
Ve eğer beni başarıdan yoksun bırakırsan,
başarısızlığı yenebilmek için irade gücünü bırak bana .
Eğer beni sağlık bağışından yoksun bırakırsan, inancın lütfunu bana bırak.
Eğer insanlara zarar verirsem, özür dileme gücünü ver bana .
Ve eğer insanlar bana zarar verirse, affetme ve merhamet gücünü ver bana.
Tanrım! Eğer ben seni unutursam sen beni unutma.


Mahatma Gandhi

Hindistan'ın milli ve dini lideri olan Gandhi (Mahatma "Yüce Ruh") 1869'da Porbandar'da doğdu. Kültürlü ve varlıklı bir ailedendi. Ahmedâbâd Üniversitesi'nde okudu ve Londra'da hukuk öğrenimi gördü. Bombay'da bir süre avukatlık yaptıktan sonra, 1893'de gittiği Güney Afrika'da 21 yıl yaşadı. Orada Transvaal British-Indian Derneği'ni ve Indian Opinon Gazetesi'ni kurdu. Bu ülkede oturan 150.000 Hintlinin haklarını savundu. Hint Bağımsızlık Yasası'nı burada hazırladı. 1914'de yurduna dönen Gandhi, I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlere dostça davrandı. Ancak 13 Nisan 1919'da Amritsar'da geçen kanlı olaylardan sonra onlara kesin olarak cephe aldı. Uygulamaya başladığı etkin ve önemli taktikler çerçevesinde bütün Hindistan halkını pasif direnişe ve İngilizlerle işbirliği yapmamaya çağırdı. 1922 Delhi Kongresi'nden sonra İngiliz yetkili organlarınca mahkum edilip 2 yıl tutuklu kaldı. 1920'de yalnız protesto hareketinin lideri olan Gandhi artık ülkesinin milli mücadeleye girişti, yeniden tutuklandı. Gandhi bundan sonra sonraki yıllarda birçok kez tutuklanıp serbest bırakıldı, ünlü açlık grevlerini yaptı, ama hemen hemen her eylemini bir siyasi zaferle noktaladı. Nihayet 15 Ağustos 1974'de Hindistan bağımsızlığına kavuştu. Ruhundaki yücelik ve ender rastlanan zekâsıyla çağdaş tarihin en önemli kişilerinden olan Gandhi, siyasi ve ahlaki inançlarının temelini bağlı bulunduğu Cayna dininden alıyordu. 30 Ocak 1948'de bağnaz bir Brahman tarafından Yeni Delhi'de öldürüldü.

8 Eylül 2009 Salı

p.s. for myself

Şems' im, ayım geldi
Gözüm, kulağım geldi
Gümüş bedenlim geldi
Altın madenim geldi
Başımın sarhoşluğu geldi
Yolumu vuran geldi
Tövbemi bozan geldi
Gözümün nuru geldi
Başka ne dilediysem
İşte o dilediğim geldi...

(M.C.Rumi' nin Şems Tebrizi Hazretleri' ne aşkını anlattığı şiiri...)

7 Eylül 2009 Pazartesi

Çağrı: Yüzyılın Delilik Hareketi

Toplum olarak deliriyoruz.

Evet aynen böyle düşünüyorum.

Hatta deliriyoruz demek biraz iyimser bir yaklaşım olabilir belki de delirdik demek gerek diyorum.

Kiminle konuşsam son zamanlarda depresyonun eşiğinde, içinde, dibinde, aşmış, delirmiş... Ama amman kimse duymasın. Sussss duyacaklar, aramızda kalsın. Ulan sapık mısın, sapkın mısın ? :)) Duyacak diye korktuğun adam senden çok mu akıllı sanki?

Peki neden böyleyiz? Neler oluyor bize, yine neler oluyor gülüm? Ne deli dana, ne kuş gribi, ne domuz gribi ne de kırım kongo virüsü bence farkında olmadığımız hala önemsemediğimiz ancak çağın en büyük virüsü ile karşı karşıyayız. Hızla yayılıyor. Hızla bulaşıyor. Üstelik ne kan yoluyla, ne hava... Bir bakışımızla, bir sözümüzle hop virüs karşı tarafta kuluçka döneminde... Ne burnun akacak, ne başın ağrayacak, ne ateşin çıkacak. Hiçbirşey hissetmeyeceksin. Yavaş yavaş hastalık tüm beynini ele geçirecek. Önce beynini yokedecek. Beynin bedenini kontrol edemez hale gelecek. Ama o zamana kadar hala hayattaysan bedeninindeki değişimleri farkedecek nasılsa bir beynin kalmayacağı için hala hiçbirşey anlamayacaksın. Öyle kendi kendine, yavaş yavaş, ağrısız bir ölüm...

Aklıma daha mantıklı bir gerekçe gelmiyor. Evet uzaylılar gezegenimize delilik virüsü attı. Hepimiz deliriyoruz.

Soruyorum. Ayşe' nin sıkıntıdan yeryer saçları dökülüyor. Fatma' nın elleri titriyor. Arzu uyuyamıyor. Elif yemek yiyemiyor. Berna kapalı yerlerde duramadığı için, işinden bile oldu. Yollarda geziyor. Hasan mutsuz, Ali sinirli, Hüseyin alkolik oldu çıktı. Soruyorum belki kendimdeki nedeni bulabilme umuduyla neden, neyin var, ne oldu ki? Cevaplar tek... Bilmiyorum! Havalardan, sudan, gazetelerden, haberlerden, işten güçten, ailem yüzünden, sevgilimden, hükümetten, parasızlıktan, ölümlerden kalımlardan, insanlardan, ondan bundan...

Herkesin kendince bir nedeni var.

Diyorum ki, içinde tutmamak gerek. Korkuyoruz ya depresyondayım demeye, birileri duyacak diye... bence hiç gerek yok. Nasıl olsa hepimiz aynıyız. Bence dökülelim yollara. Kafamıza birer honi alıp... Öyle estiği gibi bağıralım, çağıralım, küfürler edelim, ağlayalım, gülelim, canımız ne isterse onu yapalım, kızdıklarımıza kızdığımızı, yediğimiz kazıkları, sevdiklerimize sevdiğimizi söyleyelim. Madem delirdik. Bari birgünlüğüne kendimiz gibi olalım. Ne demiş Mevlana Hazretleri;
Ya olduğun gibi görün,
Ya göründüğün gibi ol...

Ciddiyim ben... Cesareti olanlar bana buradan ulaşabilir. Bence antipsikolog şeklinde bir grup bile olabiliriz. Antidepresanlara hayır, terapilere hayır, hepimiz biriz, hepimiz deliyiz...

Son olarak devlet büyüklerimize, sağlıkçılarımıza bir öneri, sigarayla savaştığımız kadar bununla savaşalım. Afişler asalım. Birbirimize sürekli bağırıp çağırmak beddualar etmek size ve çevrenizdekilere ciddi zararlar verir. Birbirimize hoşgörüsüz davranmak ağrılı ve yavaş bir ölüme neden olur. Depresyon anne karnındaki bebeğe zarar verir, doğurganlığı azaltır... blablabla!
Günün şarkısı: Ağlanacak halimize güler olduk... Halimiz dumannn ammannn




6 Mayıs 2009 Çarşamba

Sizde bir sayfa açın!

Bu sabah hepimiz için gerçekten ciddi bir soruna değinen bir web sitesi ile karşılaştım. Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Bölümü' nden bir grup öğrenci arkadaşımız millet olarak kitap okumadığımıza değinmiş. Haklı olarak, sert bir dille konuya dikkat çekiyor, uyarıyor ve okuyalım diyorlar.

Son günlerde gazetelerin 3.sayfalarında okuduğum haberlere şaşkınlığım sonrasında, ülkede yaşanan siyasi krizler sonrası duyduğum yorumlar karşısında, terör sorunu sonrasında blablabla...(zira uzar gider benim şaşkınlık konularım) bende hep aynı cümleyi kuruyorum. Eğitim şart!

Güzel günler umut ediyorsak, başlamamızın gereken nokta, halletmemiz gereken en önemli sorun eğitim sorunu! Eğitim şart, okumak şart arkadaşlar! Hobi değil okumak, ihtiyaç. Hava gibi, su gibi.


Okumuyoruz. Öğrenmiyoruz. Düşünmüyoruz. Merak etmiyoruz. Ama en küçük bir olay sonrasında, yaşanan olaya karşı en küçük bir fikrimiz olmadığı halde çolukçocuk yollara dökülüyor, bağırıp çağırıyoruz. Hrant Dink öldü, hepimiz Ermeni olduk. Bir insanın öldürülmesine tepki göstermek, duyarlı olmak güzel birşey. Ama eleştirdiğim bu değil. İsrail Filistin' i bombaladı, hepimiz Filistin' li olduk. Kimse açıp okumadı. Kim kimi niye bombalıyor? Masum insanlar ölüyor, tabi ki destek olalım, tabi ki tepkimizi gösterelim. Ama neye destek olduğumuzu bilelim diyorum ben. Her olay sonrası hepimizin birşey olması gerekmiyor, bu da ayrı konu. Deli oluyorum bu slogana. Ya hepimiz insanız en fazla, budur yani! Ne gerek var gruplara ayrılmaya, yeterince bölündük birde bunu bağırmak gerekmiyor. Neyse konu dağılmasın, duyan duymuştur. Beyoğlu' nda bir travesti öldürüldü. Cansu! Hepimiz ibne olduk bu defa da. Bu nasıl bir mantıktır sorarım. Toparlamak gerekirse, söylemek istediğim; bir matem için eyleme katılınıyor. İzliyorum televizyondan insanlar sohbet ederek güle oynaya yürüyor bir çekirdekleri eksik ellerinde sonra birisi çıkıp bağırıyor "Hepimiz bilmem neyizzzz." Gaza geliyoruz, muhabbet kesiliyor, var gücümüzle kıçımızı yırtarak başlıyoruz bağırmaya. Yetmiyor, çevreye saldırıyoruz. Nasıl bir millet olmaya başladık? Bak buna da şaşkınım.

Artık hepimizin evinde var bu internet. Ancak bakıyorum. Çoğunluk ya oyun oynuyor, ya chat için açıyor makinasını ya da max.günlük gazetelere bir göz atıyor. Oysa okunacak, öğrenecek ne çok şey var. Herşey elimizin altında oldukça daha fazla mı uzaklaşıyoruz? Annem anlatır arada, soğuk odada gaz lambası ile kitap okurmuş. Şimdi dizüstü bilgisayarlarımız yanımızda, sıcacık evimizde, çeşit çeşit kitaplar elimizin altında ama okuyacak insan yok. Neden? Vaktimiz yok. Çünkü izlenecek diziler var, okeye arkadaşlar bekler, msnde kızlar bekler. Off... offf..

Otobüste, metroda vs. kaç kişinin elinde kitap görüyorsunuz? Hele şu mp3 zımbırtısı çıkalıdan beridir hepimizin kulağında bir kulaklık, sevgilimi koluma takarım, bebekte birkaç tur atarım hobaaa!

Benim sitemlerim bitmezzzz! Aşağıdaki rakamlar konuyu gayet güzel özetliyor. Gerisi bize kalmış.

SAYISAL VERİLER

Türkiye’de kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda,
» Japonya’da toplumun % 14’ü,
» Amerika’da %12’ si,
» İngiltere ve Fransa’da % 21’i düzenli kitap okur iken,
» Türkiye’de durum % 0,01 yani on binde bir.
» Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan’da kitap ortalama 100.000 tirajla basılırken, Türkiye’de bu rakam 2000- 3000 civarında basılmaktadır.
» Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Rapor’unda kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sıradadır.

BİR YILDA KİŞİ BAŞINA OKUMA SAYILARI,
» Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor
» Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor.
» Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor
» Türkiye’de 6 kişiye yılda 1 bir kitap düşüyor.Türkiye’de okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ortalama 40 bin kişi
KİTAP OKUMAK İÇİN,
Türkiye’de bir kisinin ayırdığı zamanın;
» 300 katını bir Norveçli ayırıyor.
» 210 katırı bir Amerikalı ayırıyor.
» 87 katını bir İngiliz ayırıyor.
» 87 katını bir Japon ayırıyor.
» Dünya ortalaması bile bizim ayırdığımız zamandan 3 kat fazla.

KİM NE KADAR KİTAP BASIYOR?
» ABD’de 72 bin kitap basılıyor.
» Rusya’da 58bin kitap basılıyor.
» Japonya’da 42 bin kitap basılıyor.
» Fransa’da 27 bin kitap basılıyor.
» Türkiye’de ise 7 bin kitap basılmakta.

TÜRKİYE’DE OKUMA VE İZLEME ORANLARI,
» Dergi okuma oranı % 4
» Gazete okuma oranı % 22
» Radyo dinleme oranı % 24
» Televizyon izleme oranı % 95
Bu kadar veriden sonra bir kere daha durup düşünelim. Gelişme arzusunu yıllarca içinde taşıyan bir toplum olarak kitap okuma alışkanlığını ne zaman kazanacağız?

30 Nisan 2009 Perşembe

Hatice' min Memleketi :)

Asya Çok güzel bir haftasonu geçirdim. Sevdiceğim yanımda, ailem yanımda, arkadaşlar yanımda, minik yanımda. Minik Hatice' nin bebeği, Hatice benim kızkardeşim, sağ tarafta gördüğünüz resimde miniğim :)

Edirne' yi gezdim, meşhur ciğerci Niyazi Usta' nın mekanında Edirne' nin meşhur ciğerini yedim, 10 yıllık bir birlikteliği evlilik ile devam ettiren
Erdem ile Nuray' ın düğününde oynadım, yeni evli çiftimizin ilk sabahlarında evlerine Pazar sabahı kahvaltısına konuk oldum. Kısacası dopdolu bir haftasonuydu.

Edirne çok güzel bir şehirmiş. Cumartesi sabahı kahvaltıdan sonra şöyle bir dolaşalım dedik. Vakit kısıtlıydı. Akşam düğüne gidilecek. Selimiye Cami' yi dışarıdan ve uzaktan görebildim sadece :( Edirne Kapalı Çarşı' yı gezdik önce. Oradan ciğer yemeye gittik. Bugüne kadar ciğeri ağzına sürmemiş biri olarak ben bile yedim. Ciğeri sevmediğim için bayılmadım ama yememde demedim. Ciğeri sevenlere tavsiye ederim, bayılacaklardır.

Meriç nehri kıyısıÇaylarımızı içmek için faytonla Meriç Nehri kıyısına gittik. Nehrin üstüne kurulmuş çay bahçeleri. Önümüzde ağaçların yeşiline boyanmış bir nehir, tertemiz hava. Tek gürültü arada duyulan roman müzikleri. İnsanlar gülüyor. Kimse telaşlı değil, sakin, mutlu, huzurlu. İstanbul' un kalabalığı ve stresinden sonra atmosferde ben büyüleniyorum tabi. Çocuklar gibi şen. Şehrin merkezinden kalkan trene benzer bir alete binip Yunanistan sınırına kadar gidip gezip dönebiliyorsun istersen. Biz yer bulamadığımız için binemedik. Bunun yerine yürüyüşün tadını çıkardık. İki tarafı ağaçlarla çevrili, arnavut kaldırımlarından oluşan bir yol. Yeşilliklerde atlar, koyun sürüleri otlanıyor. Son anda hava bozmasa daha da güzel olacaktı. Güneş bizi bir anda terkedince meşhur bir müze varmış hadi oraya gidelim dedik.

Sultan II.Beyazıd Külliyesi. Külliye' nin Türkçe karşılığı site demekmiş. Padişah II.Beyazıd tarafından kurulan bu külliyenin (sitenin) temel amacı Edirne'yi bir Darüşşifaya(Hastaneye) kavuşturmakmış. İrili ufaklı bir sürü kubbeden oluşuyor bu yapı. Mimarı Hayreddin' miş. Külliye tam 400yıl sağlık hizmeti vermiş, üstelik hizmetler parasızmış. Külliye tedavi verdiği nitelik açısından iki bölümden oluşuyor. Sitenin ana merkezi Darüşşifa olup; burada akıl ve ruh hastaları tedavi ediliyormuş. Evliya Çelebi seyehatnamesinde külliyeden "hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def'i sevda olmak üzere" şeklinde bahsedermiş. Haftada üç gün hastalara ve delilere büyük kubbenin altında musiki faslı verilir, neva, rast, dügah, çargah ve suzinak makamlarını çalınırmış.Mevsim çiçeklerinin (gül, karanfil, sümbül, reyhan ve misk-i rum) koku ve renklerinde de tedavide kullanıldığı sunum odasında anlatıldı.


II.Beyazıd Külliyesi
Binanın her tarafından dinlenebilen bu konserler kadar; su sesi ve güzel kokulardan yararlanarak ruh hastalarının tedavisi yoluna gidilirmiş. Tıp tarihini anlatan ve dönemlere ait tıp aletlerinin sergilendiği bir odadan gezmeye başladık. İçeride insanın ruhunu temizleyen su ve ney sesini duymaya başlıyorsunuz. Maketlerle faaliyette bulunduğu dönemler anlatılmış. Bitkilerden ilaçlar yapılan bir eczacı odası var. Yani o dönemde bitkilerden yapılan ilaçlar, su ve ney sesi, güzel kokularla insanların ruhsal hastalıkları tedavi ediliyormuş. Şimdiki gibi dayamıyorlarmış uyuşturucu kimyasalları.
Diğer bölüm, Tıp Medresesi ise bedenen yaşanan rahatsızlıkların tedavi edildiği bölümmüş. Tıp Medresesi' nde öğrenci odaları, dershaneler, kitaplar, anatomi dersleri ve tedaviler yapılıyormuş. Hepsi yine maketlerle görsel olarak anlatılıyor. Velhasıl, gidiniz görünüz...

Müze' den sonra Edirne' nin içini gezerek çantaları alıp Keşan' a gitmek üzere yola çıktık. Şehrin mahalleleri ve tarihten birer parça adeta. Küçük köprüler, tarihi binalar ile süslü. Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alanı da gördüm. Daha boş bir zamanda gidip bol bol gezeceğim.

1,5 saat yolculuktan sonra Keşan' daydık. Otele eşyaları bırakıp, iki dirhem bir çekirdek giyinip doğru düğün salonuna. Kapıda çok mutlu bir gelin ile damat karşıladı bizi. Enya' nın Only Time' ı ile salona geldiler. Tüyleri diken diken eden bir an. Sonra başlasın düğün. Davullar, zurnalar, fasıl ekibi, gitarlar, yan flüt... Anlayacağınız her telden çaldılar. İçki su gibi akıyor tabi bu arada. Belirtmeme gerek yok sanırım, Keşan' dayız :) Düğünün en güzel anlarından birisi de gelin ile damadın sahneye çıkıp damadımızın gitar çaldığı, gelinimizin ise şarkılar söylediği andı. Çok çok keyifli bir düğündü. Buradan da tekrar "Çok çok mutlu olun inşallah" demiş olayım.

Gökhan&EsraErtesi sabah yeni evli çiftimizin evinde keyifli bir Pazar kahvaltısı vardı. Yeni evlilere gidilir mi demeyin, biz gittik hiçbirşey olmadı. Gidilebiliyormuş. Çok ta keyifli oldu, düğün yorumları, dedikodular, onların evlerinde ki ilk gün heyecanları vs. Akşam hep birlikte İstanbul' a döndük. Onlar balayına biz evlerimize :( Herhalde böyle aktivitilerin en zor yanı ertesi gün işe dönmek oluyor.

Daha sık gitmek lazım biryerlere... Sevdiceğim sana duyurulur :)

What is the matter man?

Yazamadığım son günlerde binlerce konu birikti kafamda, paylaşmak istediğim...

İlki hani şu bu yazın modası "domuz gribi". Bu garip hastalıklarla hatırladığım kadarıyla ilk "deli dana" ile tanışmıştık. sonrası "kuş gribi", "kırım kongo virüsü", bu yaz ne çıkacak diye beklerken ben gecikmedi geldi "domuz gribi" Anneannem diyor ki, biz küçükken yoktu böyle hastalıklar. Sonra düşündüm benim çocukluğumda da kızamık, su çiçeği, kaba kulak falan vardı. Ben çocukluğum boyunca bu gruptan hiçbir hastalığı geçirmemişim, o zamanlar kuzenlerimin hepsi hiçbirisini geçirmeyen çocukların sonunda boğmaca olup boğularak öleceğini söylerdi. Ben de inanırdım :) Yıllarca boğularak öleceğim hatta bu senaryoyu boynumdan iki el çıkıp boğazımdan tutup beni boğacak ve böylece boğmaca olup öleceğim sanarak canlandırmıştım ben kafamda. Sonraları öğrendiğim ise, insanın mutlaka birgün bu hastalıkları geçireceği şeklinde birşeydi. Hala birşey olmadı. Bekliyorum :) Neyse, konu dağıldı. Merak ettiğim şu, nedir aslı bu hastalıkların? Neden hepsi hayvan türleriyle alakalı? Bir mesaj mı verilmek isteniyor yoksa daha mı ürkütücü oluyor? Eskiden var mıydı böyle hastalıklar dedim ama bugün öğrendimki varmış. 1. Dünya Savaşı sırasında İspanyol gribi bir diye bir hastalık varmış, o zamanlar köyler yok olmuş, Amerika' nın %28' i ölmüş, İngiltere dersen yine yaklaşık oranlarda etkilenmiş. Geçen sene kırım kongo virüsü yüzünden yeşillik hiçbir alana giremez, bütün yaz kapalı ayakkabılarla gezer olmuştuk. Bu sene ise görünen o ki, tüm yurtdışı gezileri iptal gelen turistlere domuz gibi bakacağız anlaşılan...

Dün akşam otobüste gelirken aklıma birşey geldi. Tuhaf birşey değil. Belki yazmaya bile değmez. Ama benim herkesin bildiğin şeyleri cümlelerle netleştirdikten sonra kafamda, yeni birşey keşfetmişcesine tuhaf bir sevincim oluyor. İnsanın her yeni günü yaşamışlıklarının getirdikleri ile yaşadığını düşündüm. Bugün yeni birgün, yeni bir olay oluyor. Fakat ben bu olayı yeni olarak değerlendirmiyor, daha önce yaşadığım benzer olayla bağdaştırıyor ve o şekilde algılayıp yorumluyorum. Böylece farklarını farkedemiyorum. Bu olayın bilimsel açıklamasını bir belgeselde, beyindeki nöronların benzer olaylar sonrası birbirini ateşlemesi sonucunda ortaya çıktığını anlatıyordu. Örnekle anlatmam gerekirse, 10 yıl önce ilk aşık olduğunuzu ve aldatıldığınızı varsayalım. Bu ilişki için beynimizde bir nöron aşk adında oluşuyor, aldatılınca aldatma adında bir nöron daha oluşuyor ve bu iki nöron arasında bir bağ oluyor. Yani biz tekrar aşkla karşılaştığımızda önce aşk isimli nöron devreye girerek daha önce bağı olan aldatma nöronunu ateşliyor. Böylece aşk başa gelince direk beraberinde beni aldatabilir duygusuyla ilişkiye yaklaşıyoruz. Bir bilimsel açıklama bu kadar kötü olabilir farkındayım. İşte bu durumu düzeltmek için beyni doğru programlamak gerekiyormuş ve zırt diye olmuyormuş. Sabırlı olup, yanlış bağları farkedip yoketmek gerekiyormuş vs.vs. İşin yoksa uğraş dur :) Benimle başım dertte :) Şaka bir tarafa yapabilene ne mutlu. Son günlerde, çok sinirli olduğumu farkeder oldum. Heyecansız, sinirli, ters, özensiz, gıcık bir insan. Hiç sevmedim bu halimi. Düzeltmek için birşeyler yapmak lazım. B vitaminleri alıyorum :) Bu halimden ötürü sevdiceğimi kaybedeceğim diye çok korkuyorum, onun da içindeki yaşama sevincini öldürüyorum bu da ayrı. Offf neler oluyor banaaa? Hormonlarım şaşırdı sanırsam. Ama dün gece karar verdimki hangileriyse o şaşıranlar bir an önce kendilerine gelecekler.


Bahar geldi ya ne bu saçmalıklar :)

Bahar gelince içi içine sığmaz insanın... Sabah farklı uyanır. Gün bir başkadır. Kelebekler, kuşlar, çiçekler, böcekler... Yaz geliyordur. Yeşil, mavi, tüm renkler cıvıl cıvıl telaşlı, heyecanlı günler. Daha neler neler ;)

Kırmızı Başlıklı Yazı



1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı
1 Mayıs' ta Taksim' deyiz.
İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız vs.vs.

Avrupa ve Amerika'da 19. yüzyıl boyunca çok kötü çalışma koşulları içinde çalışan işçiler, yaşadıkları koşulları değiştirmek üzere bir çok grev ve direniş gerçekleştirdiler. Amerikan ekonomisinin 1860'lı yıllardan itibaren büyük sorunlar içine girmesiyle işverenler 1874 yılında dört eyalette birden ücretlerin düşürülmesine karar verdiler. İşçiler bu karara karşı direndi. 13 Ocak 1874 günü düzenledikleri kitlesel bir toplantı, polis tarafından bastırıldı. Pek çok işçi yaralandı ve tutuklandı.Kısa bir süre sonra Pensilvanya'da kömür işçileri de harekete geçti. Direniş kanlı bir biçimde kırıldı, 10 işçi lideri asıldı, 14'ü zindanlara atıldı. Bu arada Amerikan işçi sınıfının kanı pahasına sürdürdüğü direniş sürerken işverenlerin baskısı da yoğunlaşıyordu.1877 yılında bütün baskılara rağmen 8 saatlik işgünü isteyen ve ücretlerinin düşürülmesini protesto eden işçiler eylemlerini doruğa ulaştırdı. Bu eylemlerde demiryolu işçileri 12 ölü verdi. 1877 direnişi de kanlı biçimde sona erdi. Ama işçi sınıfı örgütlenmesini sürdürdü.1 Mayıs 1886 günü Amerikan işçileri genel greve çıktı. 80 bin işçi sekiz saatlik işgünü için direnişe geçti. 3 Mayıs'ta Chicago'da direnişçi işçilerin üzerine ateş açıldı. Yüzlerce işçi çoluk çocuk demeden vuruldu, bir çoğu hapse atıldı.Olayı protesto eden işçiler, ertesi gün yeniden alanlardaydı. Kalabalık dağılırken bir kışkırtıcının attığı bomba ortalığı karıştırdı. Bunun üzerine polisler gösterilere katılanlara karşı silah kullandı. Olaylar sonunda dört işçi önderi idam edildi.1888 Aralık'ında toplanan Amerikan İşçi Federasyonu 8 saatlik işgünü elde edilinceye kadar, her yıl 1 Mayıs'ta kitle gösterileri düzenleme kararı aldı. Aynı aylarda birbirinden habersiz olarak Fransız ve Belçika İşçi Sendikaları Konfederasyonları sekiz saatlik işgünü için mücadele kararı alıyordu.14-21 Temmuz 1889'da Paris kongresi ile kuruluşu gerçekleştirilen 2. Enternasyonal, 1 Mayıs'ı işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışma günü ilan etti.1890 yılından sonra 1 Mayıs'lar bütün ülkelerde uluslararası işçi bayramı olarak kutlanmaya başlandı.

Ülkemizde ilk 1 Mayıs kutlamalarına 1906 yılında yapıldı. 1 Mayıs son yıllara kadar hemen hemen her dönem "komünistlik"le eş anlamlı görüldü ve çoğunlukla yasaklandı veya olaylı geçti. 1925 yılında çıkarılan bir yasa ile 1 Mayıs Bahar bayramı olarak ilan edildi. İkinci dünya savaşı sonuna kadar ki yıllarda her 1 Mayıs'ta ülkede olaylar olacak gibi bir kaos yaratıldı ve işçiler üzerinde baskılar yoğunlaştırıldı. 1960'lı yıllarda işçi sınıfı çeşitli nedenlerle bölünmüş durumdaydı. 1967 yılında DİSK kuruldu. 1976 yılında DİSK'in öncülüğünde 1 Mayıs İstanbul Taksim meydanında yüzbinlerin katılımı ile kutlandı. Bu kutlamadan, İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma bilincinin ulaştığı boyutlardan rahatsız olan sermaye çevreleri 1 Mayıs 1977 yılı 1 Mayısında artık "1 Mayıs Alanı" olarak anılmaya başlayan Taksim Meydanın'da, yüzbinlerce işçinin katıldığı kutlamayı kana buladılar. İşçi sınıfı düşmanlarının saldırıları sonunda 37 şehit verildi. Bu katliama karşı işçi sınıfımız 1978 1 Mayıs'ın da yine 1 Mayıs Alanındaydı. Daha sonra, sıkıyönetim ve ağır baskılar altında 1 Mayıs çeşitli illerde yığınsal olarak kutlandı.

1 Mayıs' ın kısacası tarihçesi böyle. En kanlı bayram,(Kurban Bayramı esprisi yapılmasın lütfen!!!) üzülerek içim ezilerek söylüyorum. Bu bir bayram ama kimsenin aklında böyle yer etmemiş. 1 Mayıs denilince akla joblar, biber gazları geliyor. Oysa 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı, Bahar Bayramı.

Yarın barış içinde halaylarla kutlanan bir bayram olsun. Bayramımız kutlu olsun.

1 Mayıs Marşı

Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde

1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı

Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından
Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından
Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir

1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı

Vermeyin insana izin kanması ve susması için
Hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin
Bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler

1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı

Ulusların gürleyen sesi yeri göğü sarsıyor
Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlıyor
Devrimin şanlı dalgası dünyamızı kaplıyor
Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider

Devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider

13 Nisan 2009 Pazartesi

Vazgeçildiniz.Tebrik ederiz.


Kadın milleti bekler. İster. Umar.Diler.Söyler.Erkekler kendi aralarında bu beşliye “dırdır” diyorlar.
Söylerler diye. İstediklerini, beklediklerini ifade ederler diye. Tabii ufak bir sorun var. İfade etmezler tek. İfade edip dururlar! Tekrar tekrar. Çünkü erkeklerin kulakları deliktir. Birinden girer diğerinden çıkar.
Sevgililer gününde bir tane kulak tıkacı hediye etmeli onlara. Tek, bir tane. :)
Yok ama, siz kadına karşı üç maymunu oynamayı seçiyorsunuz. Görmüyorum, duymuyorum, bilmiyorum. En güvenlisi. Hiiiçç bulaşmayayım daha iyi. Maymun başınıza iş açar da haberiniz olmaz biliyor musunuz?Bu suskunluk hiç hayra alamet değildir ilişkilerde. Karşı suskunluk olarak yansır size ki işte buna kabullenmek diyoruz. Ama neyi? Onlar size dırdır ederken siz aslında artı hanedesiniz. Dıştan dışa dertlerini derken, içlerini dökerken hâlâ “muhatapsınız” ki bu iyi bir şey. Size dönük biri var karşınızda. Bu, bu demek.
Hepiniz çizdiğim robot resme uymuyorsunuz elbet. Bazılarınızın elleri yok.
Üç maymuncu değilsiniz. Duymuşsunuzdur, görmüşsünüzdür, bilmişsinizdir, yetmemiş anlamışsınızdır. Hem onu hem de kendinizi paylaşmışsınızdır. Kaybetmeden kazanmışsınızdır size dönük yüzü.
Sizi kutluyor “alkış!” diyoruz. Kesmiyor, yıldızlı pekiyi veriyoruz.Amma ve lâkin bazen “ihtiyaç sahibi” sizi olduğunuz gibi kabul etmiş olur hani. Her şeyinizle hâlâ aynı olmanıza rağmen. Öbek öbek duygusal boşluklara rağmen, artık söylese de duymamanıza rağmen kabullenmiştir ya hani.
Ama bu kabullenişin sonucu nedir acep?Hiç buna mesai harcamışlığınız var mı?Aranızdaki mesafeden görebiliyor musunuz onu? Seçebiliyor musunuz yüzünü? Size artık anlatmıyor. Sizden hiç bir şey beklemiyor, istemiyor. Farkında mısınız?
Umurunuz da mı?Öyle bir duvar örmüşsünüz ki önünüze, üstünde koca harflerle “yaklaşma çarparsın” yazıyor!
E o da yaklaşmıyor zaten, deli mi?Ee ne oldu?
İkinizde de bir huzur bir huzur. Ne soran var, ne isteyen, ne bekleyen..Oh..Bu sizin rahatlığınız, sizin tarafınızdan görülenler. Kadın artık paylaşamadıkları, anlatamadıkları, içinde patlattığı öfkeleri, kırıla kırıla kırılacak yeri kalmamış haliyle karşınızda duruyor.
Sessiz. Sakin. Kabullenmiş.
Önceden neydi o öyle, hem kendisiyle didişiyor, hem sizinle.. Aaa... Sus şöyle işte..
Ne huzurluyuz. Ne sorunsuzuz. Hiç kavga etmiyoruz artık aman da ne güzel. Hı hı. Çok güzel.Sizin o güzel diye gördüğünüz huzur aslında ne biliyor musunuz? Hiçlik.Yokluk.İçi boş bir huzur. İçi boş bir sukunet. Boş. Tükenmiş. Aşınmış. Duygularından sıyrılmış. Ruhen kilometrelerce uzakta. Ama figür olarak orada. Olmak zorunda olduğu kadar. O zorunluluk –herkese göre değişen- her ne ise?- ortadan kalkınca o figür de yok olacak söyleyeyim...
Siz de arkasından bakakalacaksınız. “Aaa niye her şey güllük gülistanlıktı, ne oldu ki şimdi?Ne olmadı ki mirim?Kafanızı, gömdüğünüz kumdan çıkarabilseydiniz, görecektiniz ne olduğunu. O kabullendikçe, siz rahatladınız. O sustukça, sorun çözüldü sandınız. Dokunsaydınız, bilmeye gönüllü olsaydınız ortaya dökülüp saçılacaklarla uğraşmak zor gelirdi size.
Netekim hiiiçç elleşmediniz. Bıraktınız dağınık kaldı.Susmak kabullenmekti.Kabullenmek vazgeçiş.Bilmediniz.Bilemediniz.Bilmek istemediniz. Üstelik vazgeçisi görmenize, duymanıza rağmen sahiplenip geri dönüşe çeviremediniz.

Üstünüze bile alınmadınız. Bu da sizin seçiminiz.

Vazgeçildiniz.
Tebrik ederiz.
Giden gitti.

Geçmiş olsun.

(yazan bilinmiyor)

19 Şubat 2009 Perşembe

ah ben...

Yapmak istediğim çok fazla şey var, bir çoğunu yapamadığım veya yaptığım kadarını da istediğim gibi yapamadığım... Çok üzücü birşey gibi geliyor bu durum bana. Bir sürü bahanem var herbirisi için, bu daha da üzücü geliyor. Her fırsatta hayat hakkında derin kritikler yapan, bağıra çağıra tartışmalara giren, düşünmekten kafayı kırma noktasına gelen ve sonunda genelde hep aynı sözü söyleyen ben "Tek bir an bile ertelenmeye gelmez. Nasıl hissediyorsan öyle yaşa" hayatımda ne çok şeyi erteliyorum. En büyük avuntum, birgün hepsini yapacağım şeklinde koca bir yalan. Şu olunca şunu yapacağım, bu olunca bunu... bitmezzzzzzz

Hayatı bu kadar farkında yaşamak iyi birşey mi? Herşeyi sorgulamak doğru mu? Anlamaya çalışmak gerek mi? Ahmak gibi mi bilgece mi takılmak lasım (bu ayrımı çok sevdim, anlatırım hikayesini) ? Açıkcası bilemediğim birçok şey gibi bunu da bilmiyorum. Kafamın içinde binlerce tilki var sanki. Sürekli hareket halindeler. Geceleri gürültülerinden uykuya dalmakta zorlanıyorum. İt gibi yorgun, gözlerimden yaşlar akacak kadar uykusuz olmama rağmen. Uyumamaya direnmemin bir nedeni de sanki uyudukça birşeyleri kaçıracakmışım gibi geliyor. Bu nedenle hep tetikte olma isteği. Birde uyumadan önce yatakta dönmeyi seviyorum sanırım. Kendimle kalıyorum. İşe gideceğim için ve söz konusu uyku olunca canavarlaştığım için, odamın ışığını kapatınca genelde kimse arayıp, sormaz, uğramaz. Bazen o tilkilerin çıkardıkları sesleri duymamak için, televizyonu açıyorum. Televizyon karşısında uyuya kalmaya çalışıyorum. Kapanmak üzere televizyonun saatini ayarlıyorum yarım saate, 1 saate. Ancak o süre bitene kadar bakıyorum televizyona. Uyumuyorum. Kırmızı rakamlarla son 30 saniyeyi sayarken bende televizyonla birlikte sayıyorum. Sonra yine aynı teraneler :)

Yapmak istediklerim basit şeyler sanırım. Okumak istediğim kitaplar var, yetişemiyorum hepsine. Yürüyüşler yapmak istiyorum. Haftasonu erken saatte güzel bir kahvaltı sahilde, gazete ve kahve, uzun uzun yürümek... öğlen olmadan eve dönmüş olmak. Duşumu alıp, yollara atmak kendimi sonra yine. Kurslara gitmek istiyorum. Resim, tiyatro, dil kursu ne bileyim herhangi birşey. Kemanımdan özürdileyip, gönlünü almak istiyorum. Kendimi ödüllendirip, masaja falan gitmekte var aklımda. Kendimle uzun uzun vakit geçirmek istiyorum. Bu arada yaz gelsin istiyorum :) En çok ta bunu istiyorum... Arayamadığım arkadaşları arayıp, boş muhabbetler yapmak istiyorum. Fazla samimi ya da resmi olmadan. Birde bir haftasonumu İstanbul dışında geçirmek... Fotoğraf çekmek, bir köy olursa harika olabilir.

Kafamdaki tilkilerden de bahsedecektim ama eve gitmem lasım. Mesai saatlerimi de böyle harcamamam lazım sanırım... ama ne farkeder ki? Kendimi mahcup etmiyorum sonuçta ;)

Eve dönüş yolunda, serviste, şimdi, hayal kurmak istiyorum :)

17 Şubat 2009 Salı

Evlenenler, evini yenileyenler, evini yenilemek isteyenler...

Hayatından çıktığım insanların hayatını uzaktan izlemeyi seviyorum. Birçoğunda hala ufakta olsa bir izimi buluyorum ya da ben öyle sanıyorum. Yazılmış bir söz, dinlenen bir şarkı, sevmediğini bildiğim halde sırf ben seviyorum diye giydiği bir kazak ne önemi var ki herhangi birşey işte... Bilmiyorum. Bildiğim ve emin olduğum hayatlar devam ediyor. Tıpkı benimde devam ettiğim gibi...

Hepsinin hayatının akışını az çok biliyorum. Olanlar karşısında verecekleri tepkiyi, söyleyecekleri sözlerini, keyiflendiklerinde neşelerini, jestlerini, sinirlendiğinde yüzünün şeklini, gözlerini... bazen hepsini teker teker düşünüyorum. Canlandırıyorum gözümde... Kimisi belliki yeni bir aşkın heyecanında... Kimisi anne-baba olmuş... Kimisi evlilik arifesinde... Kimisi bıraktığım yerde... Nasıl anlatılır bilmiyorum ama sanki kimsenin izlemediği bir filmi izlemiş olmanın gururu ve bir o kadar sıkıcılığı içinde buluyorum kendimi. Yapacak birşey bulamıyorum. Sonra kendi hayatıma bakıyorum.

Şuan hayatına yerleştiğim insanların, benden önceki misafirleri de benim bilmediklerimi biliyor. Bana heyecan verenler şimdi onlara vermiyor. Belki kimisi terkedip gittikleri evini özlüyor. Açıkcası hiçbir fikrim yok. Hayatlarımız evlerimiz gibi... Önceleri çeşitli misafirlerimiz oluyor, bu bir deneme süresi, birgün birilerinin ev arkadaşı olarak tüm giderlere ortak olmasını bekleyerek devam ediyoruz bu evcilik oyununa. Hayat ne kadar basit! En karışık gelen şeylerin bile başka formatta basit bir karşılığı var oysa...

Gittiğimiz hayatlara önce misafir olduğumuzu bilerek kibarca giriyoruz. Sonra evsahibinin sağladığı rahatlık derecesinde eve yerleşmeye başlıyoruz. Rahat ettirmez ise bizi, zaten kaçıp başka ev arıyoruz. En çok kendi evi gibi hissettiği yerde rahat ediyor insan. Ev sahibi ne kadar çabalarsa seni rahat ettirmeye, o kadar seviyoruz o evi... Karşılığında ev sahibi birgün gel bu ev ikimizin olsun diyor. Misafir ya, yan gelip yatmaya alışmış, işine geldiği zaman misafir olmuş işine geldiği zaman ev sahibi. Bugün duyduğu teklifi sevmiyor haliyle... Hem artık bu ev heyecanda vermiyor. Hergün aynı şeyler, aynı elden çıkan yemekler, aynı mobilyalar, aynı adres... Yeni bir ev aramaya başlıyor, gidiyor. Ev sahibi öylece bakıyor, baştacı ettiği, bir dediğini iki etmediği, rahat etsin diye elindeki herşeyini verdiği ama bugün umarsızca çekip giden konuğun arkasından... Sanmıştı ki, çok sevdi bu evi. "Kalana zordur daima hayat" denir. Önceleri onun evde en çok olduğu saatlerde en çok zorlanıyor. Bekliyor hergün gelir diye kapıları açık. Ne gelen var ne giden... Yakıyor bir sigara, açıyor birlikte içilmek üzere alınan bir şarap! Sövüyor bildiği herşeye. Uyuyor, uyanıyor. Hergün yeniden devam ediyor. Şaşırıyor. Oysa o dünya durur, ölür sanmıştı. Ne yaptıysa ölmüyor. Arıyor, ağlıyor, bekliyor, evdeki boşluktan kendi evine giremiyor. Yollara düşüyor. En sonunda o da kapatıyor evi, bu defa herşeyi olan kendi evini bu defa kendisi terkediyor. Onun içinde başlıyor misafirlikler artık...

Özünde üç aşağı, beş yukarı böyle işte aslında... Evlerin iskeletleri hep aynı. Değişen bi iki parça mobilya belki.

Çabuk tüketiyoruz. Bundan eminim. Fazla açgözlü, fazla meraklıyız. İnsan evladı saldırı halinde sürekli. Bu yazı bu noktaya nerden geldi bilmiyorum. Biliyorum esasen... Ah şu bilinçaltım, neler yapıyor bana? :) Daha da sapıtmadan şimdilik selametle...

Ulaşılacak saadete kaç kapı daha var... Açtım açtım kapıları girdim... Bomboş evlere vardım. Yardım lazım bana şansım yaver... Sanmaa! Hiç hoş değil gördüklerim ammaa... Emin değilim herşey muamma...

11 Şubat 2009 Çarşamba

Aptalca hayaller peşinde koşmayan bir kalp gösterin bana,
Bende size mutlu bir insan göstereyim...

6 Şubat 2009 Cuma

Tel Aviv' de yaşayan bir Türk' ten gerçekleri anlatan bir mektup

Bugün, ATAK derneği' nden sevgili Özlem Demir' in paylaştığı İsrail- Filistin savaşını biraz daha objektif değerlendirmemize ışık olabilecek Tel Aviv' de yaşayan bir Türk' ten gelen e-maili paylaşmak istiyorum. Yorumsuz ve tek harf değiştirmeden kopyaladım.

Son zamanlarda İsraildeki savaşla ilgili pek çok posta alıyorum. Sağolsun aileler, dostlar bizleri merak ediyor... Bir de ayrıca Kuranda geçen ayetler örnek gösterilerek olaya Müslümanlık ve Yahudilik savaşı olarak bakılıp bir karşı cephe oluşturulması beklenen postalar alıyorum... Öncelikle Tel Aviv'de yaşayan herkes gibi savaşla ilgili bir güçlük içinde değiliz. Sadece intihar saldırıları beklentisi arttı ve bu konuda tedbirli olmaya çalışıyoruz...İkinci türden gelen postalara gelince; İsrailde 21 aydır yaşayan biri olarak sadece gözlemlerimi paylaşmak istiyorum... Ne üniversitede, ne özel yaşamımda siyasi ya da dini bir görüşün taraftarı olamadım. Bildiğim çok az şeyden en önemlisi ?kalbimin Allah sevgisi ile atıp o yolda kendim, ailem ve tüm akraba ve dostlarımla iyi işler başarmanın yollarını? aramak?Benim gördüğüm ise dünyada sadece Güç ve Para Cephesi kalmış. Birileri kendi ülkesini korumak adına silah üretiyor ancak bu silahları satıp "çok paralar" kazanmayı daha karlı buluyor? Yani, hem kendine tehlike gördüğü ülkeleri Bağımsızlık kışkırtmaları ile isyana kaldırıp, bölüyor ve gücünü azaltıyor, hem de ürettiği silahları satıp cebini dolduruyor...Eşinin işi nedeniyle (yaz sonu yaşanan Gürcistan savaşı öncesinde) bu ülkenin başkentinde yaşayan arkadaşım; başkentte alış veriş merkezi değil doğru düzgün süper market bile bulamadıklarını, var olan 2 markette de temel ihtiyaç olan nohut, pirinç gibi daha pekçok ürünün olmadığını olan ürünlerin de çoğunun son kullanma tarihleri geçenlerin üzerinde düzeltme yapılarak satıldığını, et bulmanın mucize olduğunu anlattı. Maalesef bağımsızlıklarından sonra ülkeye bir çivi bile çakılamamış. Yani malum ülkeler amaçlarına ulaşmışlar...Burada herkes İsrail vatandaşı. Ayırım ise Arap asıllı ya da Musevi olmak. Bu yüzden gördüklerimi, duyduklarımı paylaşırken bu şekilde anlatmaya çalışacağım...Bu ülkede gerçekten bir din savaşı olsaydı, şu an herkes birbirini yerdi. Aslında atı ve Amerikayı arkasına alan İsrail, Üsküdar?ı çoktan geçmiş? Büyük Arap dünyasının yapamadığını 60 yılda yapmış. Çölde yaşanır bir ülke oluşturmuş. Şimdi de istediği gibi at koşturuyor... Ülkede pek çok Arap Kasabası var. Bu kasabalardan bir tanesinin kasabına biz de gidiyoruz. Etimizi oradan alıyoruz. Hafta sonları sadece bizim gibi Müslümanlar değil pek çok Musevi de bu kasaptan ve oradaki sebze meyve pazarından alışveriş yapıyorlar. Öyle bir alışveriş ki araba park etmeye yer bulunmuyor? Gerçekten tüm ürünleri hem çok taze hem çok ucuz? Eğer bu bir din savaşı ise ne Araplar etlerini, ürünlerini Musevilere satar ne de Museviler bu kasabalara alışveriş yapmaya gelirdi?Arap aileler ile Musevi aileler Tel Aviv?in göbeğinde binlerce metre kare alana kurulu mangal parklarında hep birlikte piknik yapıyorlar. Çocukları aynı parkta oynuyorlar. Birbirlerinden ateş ya da sıcak su istiyorlar?Arap bayanları süpermarketlerde, eczanelerde çalışırken görüyorum. Üyesi olduğum klubde, çoğu Musevi olan bayanlarla birlikte bir tarlada domates toplamaya gittik ve tarlada çalışan Arap bayanlarla beraber çalıştık. Bu aktivite şehrin her yerinden gelen Musevilerle de sürekli yapılıyor.Arap kasabalarında pek çok cami var ve ezanımız okunuyor. Camilerin kapısı açık. İçleri inanılmaz güzel ve bakımlı.Sadece Osmanlı'dan kalan Tel Aviv'in merkezindeki camiler dimdik ayakta, onarılıyor ancak ezan okutulmuyor...Arap çocukları da Amerikan Okulunda okuyor. Amerikan Okulu çalışanlarının %80i Musevi ve Yönetim Kurulu Üyeleri, okul çalışanlarının oyuyla seçiyor. Okulun şu anki yönetim kurulunda Arap bir bey de var...Üyesi olduğum Bayanlar Klübünde Arap bayanlar da var. Ramazan bayramında tüm dinden olan bayanlara Ramazan anlatılırken, aynı tarihlere denk gelen Musevilerin bayramını da dinledik...Kendi adıma; dini, ırkı ne olursa olsun hiçbir canlının haksız yere öldürülmesinden yana değilim... Burada verilen mücadele bağımsızlık mücadelesi değil bence... Eğer öyle olsaydı dünyanın her yerinden gelen yardımlar örgütlere değil halka ulaşır, gerçekten bir savaş olsa mertçe çıkar bir savaş cephesi oluşturulur camilerin, hastanelerin, okulların içine girip kadın ve çocukların arkasına saklanılmazdı. Arap halkı kesinlikle barış istiyor ancak bir benzeri bizde olan terör örgütü gibi dışarıdan hazır beslenmeye alışmış, dini alet eden bölücü kesim buna izin vermiyor. Maalesef kalbi, yüzü masum insanlar, kadınlar, çocuklar arada feci bir şekilde can veriyorlar? Burada her kesimden duyduğum sözlere göre İsrail istediğini alacak. Buna acı bir şekilde kararlı!Her şey çıkar amaçlı olmuş. Burada dönen dolapları bizim gibi vatandaşların anlaması çok zor bence..Bir yandan herkes ölen, yaralanan masum çocukların yüzlerini gözümüze sokup İsraili lanetliyor diğer yandan "öğrensin artık tüm dünya " bölücülere maşa olmamayı diyorlar? Burada hangi İsrailli ile konuşsam ülkemizin Güney taraflarını ya da İstanbulu gezip görmüş ya da görmeyi çok istiyorlar. Ülkemize bayılıyorlar. Bizi çok şanslı buluyorlar. Ancak otel lobilerinde İsrailin gezilecek yerlerini anlatan dergilerdeki Türk lokantalarındaki yemeklerin detayı anlatılırken, Türkiyenin doğusunda Kürdistana ait bilmem ne yemeği diye anlatıyorlar!!!Bir arkadaşımın yurt dışı seyahatinde aldığı atlasta Türkiyemin doğusu Kürdistan olarak gösteriliyor.Arkadaşlar ne Kürt ayrımcılığı ne de bağımsızlığı söz konusu değil. Tek dertleri oranın geri kalmışlığını (ki bu bizim en büyük ayıplarımızdan bence)kullanıp gücümüzü bölmek. Teyzemin iki kızı da kürtle evlendi. Tartışılması ya da konusu bile olmadı. İstanbul Üniversitesinde Kürt arkadaşlarım vardı. Ne mutlu ki aynı puanlarla, aynı şartlarda girmiştik üniversiteye. Maalesef çalışma hayatımda şahit olduğum bir anı ise; bölücü ülkelerden birinden güya ülkemizde staj yapmak için gelen yabancı kızın, elini kolunu sallayarak Ülkemin Doğusunda aşiret reislerinin arasına kadar girip ülkesine kaçırdığı oğlundan mektuplar getirmesi, bizleri siz hiç oralara gidip insanların hallerini gördünüz mü? diye azarlayıp hesap sorması, ülkesinde ülkem ile ilgili planlar yapmasıydı...Yabancı ailelerle sohbetlerimizde maalesef PKKyı terörist örgüt olarak değil, bizi vatanımın doğusunu despotça yöneten ve bastıran bir ülke olarak tanımlıyorlar. Bu konuda çoğu zaman inanılmaz mücadele veriyorum. Sağ olsun İngilizcemin yetmediği yerde eşim gözlerine sokuyor gerçekleri...Biz kahrolsun İsrail, Filistin'e bağımsızlık, Yahudilik, Müslümanlık derken; savaşarak bizi bölemeyeceğini anlayanlar içimizden kazıyorlar.Dini ne olursa olsun dininin anlamını hakkıyla yaşayan hiç kimse bozgunculuk yapmaz. Benim dileğim tüm masum insanlara sahip çıkalım, haklarımızı arayalım ancak bunu bir din savaşı haline getirmeyelim. Bozgunculara kanmayalım. Bizi bölmek isteyenlere fırsat vermeyelim...Dilerim bencil çıkarları için din adına insanları haksız yere katledenler kendi dertlerine düşerler... Bir parça buraları bir parça da buralardan ülkem hakkındaki gördüklerimi, duyduklarımı, içimdekileri paylaşmaya çalıştım. Yukarıda yazdıklarımda, anlatmak istediklerimi tam olarak anlatamamış olabilirim ancak bu ülkeye vardığım ilk haftada kafamda oluşan şey Allahım bizim basiretimizi bağlamasın, toprağımızın bir karışını bile kimselere kaptırmayalım ve Allah'ın Atatürk eliyle bize layık gördüğü bağımsız ülkemizde hep özgürce yaşayalım? oldu. Çok teşekkürler vakit ayırdığınız için...Sevgiler ve selamlar, sağlıkla, huzurla, iç huzuru ve barışla kalmamız deliklerimle...
Yeşim
Tel Aviv

4 Şubat 2009 Çarşamba

Kimse seni dinlemese bile,
Onları dinleyen birtek sen varsın...

3 Şubat 2009 Salı

Heryerden çok uzakta...

"Yüce Dağ Başında Bir Arkadaşla"
Önceden de oldu yüce anlarım.
Bir kez geceleyin parkta yürürken,yağmur altında, güzün.
Bir kez çöl ortasında, yıldızlar altında,ekseni üzerinde
dönen yeryuvarına döndüğüm gün.
Kimileyın düşünürken,sadece düşünüp tartarken olan biteni.
Ama hep yalnız.
Kendi başıma.
Bu kez yalnız değildim.
Yüce dağ başında bir arkadaş vardı
yanımda.
Natalie.
Birşey yok "hiçbirşey" yok bundan üstün.
Ömrümce görmezsem de bir daha,
eh diyebilirim yine de,
Bir kez orada bulundum.
Dahası da var elbet,
ama bu konuda anlatmak istediklerimin hepsi bu kadar
sanırım.
"Dahası" dediğim, bundan sonra olup bitenler, olup duranlar...
Bilmem ki sizce nasıl? Bence çok anlamlı... güzelliği sadeliğinden. Galiba ne kadar yalınlaşırsa anlatım, o kadar anlamlı geliyor bana sözler. Gösterişsiz, olduğu gibi, süslemeden, doğasında... Dün gece okuduğum bir kitapta geçiyordu bu sözler... Kitabı anlatmayacağım uzun uzun... Zira merak eden varsa Ursula K. Le Guin' in Heryerden çok uzakta isimli kitabı. Çerez tadında bir kitaptı. Televizyon karşısında bile okunabilir olanlardan hani. Keyifliydi. Daha doğrusu beni anlattığını düşündüğüm bir kitaptı. Bundan dolayı keyifli gelmişte olabilir, bilmiyorum. Hani burç yorumlarını okumaya bayılırız ya... Onun gibi birşey. Bir arkadaşım verdi. Arkadaşım değil aslında iş arkadaşım. (Kendisi bir sohbet arasında böyle demişti mesai arkadaşları için, hepimiz için... pek doğru geldi açıkcası. Böyle düşünmeye başladığımdan beri hayatımı baya kolaylaştırdı bu söz. En azından çok sevdiğim işyerim için :) İlginç değil mi? Bir cümle hayatınıza neler katıyor? Bir cümle hayatı zehir edebiliyor. Neyse bu konuyu belki daha sonra...) Kendisinden kitap istemiştim. 3 tane getirmiş sağolsun. Kısacık bir kitaptı. Onun için ilk elime bunu aldım. Serviste birkaç sayfasını okudum. Anında uyandım tabi olaya. Kitabın kahramanı Owen... benim cümlelerimi çalmış. Benim ağzımdan konuşuyor. Alla alla dedim. Şaşırdım pek bir keyiflendim. Anladım ki bu kitap bilinçli olarak seçilmiş ve anladım ki ben uzaylı değilim.
Uzaylı olmak kötü birşey mi ki? demeyin. Kötü birşey... kişiye göre değişebilir belki. Bilmiyorum. Hepsi bir :) (alıntıdır Albert Camus-Yabancı)
Kendimle çok konuşmaya başladım. Sohbet etmek keyifli. Açıklamalara gerek yok. Ne demek istediğimi biliyorum. Yanlış anlaşılmak yok. Çoğu zaman insanlarla onlardan habersiz kafamda konuşuyorum, sohbet ediyorum. Baya keyifli muhabbetler. Ama sonra onlara söylemiyorum. Söyleseydim alacakları yüz ifadelerini hayal ediyorum. Çok komik... Bu beni korkutuyor. Ben yalnızlığı sevmiyorum. Ama tüm bunlar beni daha çok yalnızlığa itiyor. Kendimle kalıyorum. Kendi dünyamda yaşıyorum. Ya bu gitgide artarsa? Ya kimseyle tamamen hiçbirşey konuşmak istemezsem? Mevcut durumda da konuşmaktan çok hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Eskiden çok konuşurdum. Sürekli anlatırdım. Gitgide azalıyor kendimi ifade etme isteğim. Umursamıyorum. Aslında umursuyorum galiba. Umursadığım içn anlaşılmamaktan korktuğum için yada yanlış anlaşılacağımı düşündüğüm için konuşmuyorum. Bilmiyorum. Hepsi bir :)
Birde galiba olayları olduğundan daha karışık hale getirme ve düşünme gibi bir sorunum var. Bu noktada insanlarla bana net birşeyler söylesinler diye konuşmak istiyorum. Kafamdaki kelimeler yumağından bunalıyorum çünkü hiçbirisi cümle haline gelmiyor. Bazen başarabiliyorum. Öyle zamanlarda gün çok keyifli geçiyor. Belki anlattıklarım son derece komik ve önemsiz geliyor yada ne bileyim başka türlü. Benim için önemli. Bu da önemli sayabilmek için yeterli sanırım. Net olamamak... Olasılıklarla yaşıyorum galiba. Her düşüncenin sonrasında kafamda hep bir ya, hep bir aması var. Galiba kitaplara bunun için sarılıyorum. Okudukça, öğrendikçe aşacağımı sanıyorum. Çünkü daha çok pişmek lasım diyorum.
İşte kitapta böyle birini anlatıyordu. Kendini fazla önemseyen ama hiçbirzaman önemsediği önemi göstermeyen. Sonunda bunlarla başa çıkamayıp, herşeyden kaçan ama bunu da başaramayıp toplumca kabul edilmiş (kendince asla) düşüncelere uymaya çalışan birini. Kaçamıyor çünkü kaçtıkça düzene dahil edilmek üzere hep zorlanıyor. Sonunda birini buluyor. Yarattığı dünyada yaşamasını destekleyen. Ama o kişide bu dünyaya dahil olmak istiyor... söylemiyor ama içten içe istiyor. Sonunda ne mi oluyor? Hiçbirşey... Herkes kendi yoluna ayrılıyor. Kitap öylece bitiyor. Başı olan ama sonu olmayan bir öykü işte. Bir insan kısacası.
Evet birde bu konu var. Bir insanım sonuçta binlercesinden bir tanesi... Hani karıncalar demiştim ya... öyle. Böyle bakınca fazla materyalist görünüyor. Diğer türlüsünü düşününce fazla soyut... Yani insanları karıncalar gibi düşünemeyiz galiba... Çünkü düşünceleri var... varları var... var var var. Materyalizmin felsefi karşıtı olan bu anlayışa “idealizm” diyormuşuz. Bu da başka bir konu. İşte böyle olasılıklar ve çelişkiler. Özel miyim değilmiyorum bilmiyorum. Lütfen bu cümleyi özgüven vs. ile bağdaştırmayın, bambaşka birşey dediğim. (açıklamalar yoruyor beni) Farklımıyım değilmiyim? Yada farklıysam bunun tadınımı çıkarmak lazım yoksa bu gidiş gidiş değilmi? Yada çok fazla mı düşünüyorum, düşünmemek için daha fazla uğraş edinmek mi doğrusu olur? Peki düşünmek mi daha doğru düşünmemek mi? Peki tüm soru eklerini ayrı mı yazmak lazım birmi? Bundan 1 yıl öncesine kadar düşünme tembeli olmayalım diye propaganda yapıyordum. Acaba herkes sonucu önceden görüyorda bunun içinmi düşünmekten kaçıyor? Peki cesur olmak iyi birşeymi yada bu cesurca bir hareket mi? Bilmiyorum. Belki birgün bilirim. Bilirsem belki yazarım. Muhtemelen yazmam. Çünkü yazmak ihtiyaçtandır. Çözdüğümde benim için önemini yitirir ve unuturum.
Yine ne alakasız bir yazı oldu. Ne anlatacaktım, neler anlattım...
Bu arada söylemek istediğim birşey daha var. Hayatımda ya kaybedersem, ya giderse diye zaman zaman düşündüğüm biri var. Owen' ın dediği, Ömrümce görmezsem de bir daha, eh diyebilirim yine de,
bir kez orada bulundum. Yaşadım diyebilirim. Diyebilir miyim? İlk birkaç hafta için hiç sanmıyorum. Muhtemelen giderse salya sümük olayına derin bir giriş yapacaktırım ve tüm okuduklarım anlamını yitirecektir. Bu iyi birşey mi onuda bilmiyorum. Yani duygular... insana insan olduğunu hatırlatanlar... Duygusuz olanlar peki insanlıktan çıkmışmıdır? Bunuda bilmiyorum. Herşeyin karşıt düşüncesi var kafamda. Galiba 2 tane ben var. "Bir ben vardır bende benden içeri" :) İllede birgün gidecekse bile umarım bu karışıklığın içinde gitmez. Yani kader diye birşey varsa ve bu gerçekleşecekse... İnsan ne kadar bencil yaratık. Belkide bu karışıklıkta gitmesi herşeyi bir anda netleştirecek. Ama yinede değişmem. Varsın herşey karışık kalsında, o kalsın ;)
Owen bunu demiyordu. Gitsin diyordu....

2 Şubat 2009 Pazartesi

Pazarertesi, ben ve diğerleri...

Hayatımda öldürmek istediğim insanlar var... Evet şiddete meyilliyim. Şaşıracak birşey yok, bence her insan içinde zaman zaman bir suçlu, bir katil, bir sapık besler, yaşatır.

Pazartesi için güzel bir başlangıç olmadığını kabul ediyorum. Ne güzel yeni bir hafta deyip, enerji dolu şarkıların sözleriyle giriş yapıp güzel birşeyler yazabilmeyi isterdim ama malesef...

Zaten ben Pazartesileri sevmem.

Hüzünlüdür. Haftasonu bitmiştir. Geçip giden Pazar' ın yası vardır. Ayrılıklarıda sevmem. Şimdi ben istediğim bu cinayetleri işlesem, seri katil ünvanını alsam bile üzülürüm sonradan. Yokluklarına üzülürüm. Öldürdükten sonra birbir iyi yanlarını bulur çıkarırım. İyi bir yanı yoksa bile henüz benim görebildiğim -her insanın içinde iyi birşeyler olduğuna inanırım-, hayaller kurar kendimi inandırır sonra dünyanın en iyi insanını öldürmüş gibi ağlarım. Kendime ağlamak aklıma bile gelmez o sırada. Halbuki ah bi diyebilsem "hakettiği için öldü işte", "ne var canım bunda", "her canlı ölümü tadacaktır" deyip olayı dramatize etmeden sevebilsem. Yaptığımla gurur duyabilsem. Ah şu insan yanım yok mu? (Hoş bence insan yanı demek kötü birşeydir. Ah şu duygusallığım, salya sümüğe bağımlılığım yokmu desem daha uygun olur sanki... bahsetmiştim değil mi? Bağımlı olmayı seviyorum. Bağımlı olduklarımın pek bir önemi yok. Neyse bu konu pek bir çelişik girmeyeyim ve cinayete geri döneyim:)) Geçen gün bir AVM' nin -pek bir havalı oldu AVM- en üst katında insanlara bakıyorum. Görüntü karınca yuvalarını andırdı. Herkes vıcıkvıcık koşturuyor, yiyor, geziyor, heyecanlı heyecanlı birşeyler anlatıyor, irili ufaklı bir sürü beyincik. Hepsi birbirinden farklı olduğunu düşünüyor. Herkes ben özelim diyor belkide. Ama o kadarda aynıyız ki esasında... Üstlerine yukarıdan sıcak su döküldüğünü düşünün. Üstüne basılmış karıncalar gibi kaçışmaya başlayacak. Gözüne bakarak, benim kıyafetlerim daha cici benim daha çok param var diyen, diğer küçük gördüğüne sarılarak kaçmaya çalışacak. Tanrı çok eğleniyor olmalı... bir o kadarda üzülüyordur sanırım. :( Daha fazla alakasızlaşmadan Pazartesi' ye ve cinayetlerime geri döneyim.

Evet Pazartesi... Sevimsiz Pazartesi... İçimden gelerek şükretmemi engelleyen Pazartesi... Sabahın bir karanlığında kalkmak zorundayım. Daha 5 gün var. Çekilmez 5 günün habercisi adi Pazartesi...

Ya ben neden işimi sevmiyorum? Ya da çalıştığım insanları sevmiyorum. Birgün benimde keyifle gideceğim bir işim olacak mı acaba? En azından sohbet edebileceğim insanların olduğu...
Oh my god! Ne kadar yalnızım :)) Yalnızlık ömür boyu...

29 Ocak 2009 Perşembe

MP3 indirmenin kolay yolu

Bu blog iyice amacından saptı, sapıttı... içeriği falan diye birşey kalmadı :) o kadarda kötü değil ama ya öylesine birşeyler işte canım. Oradan, buradan, nereden eserse...

Bugün gelen bir e-maili paylaşmak istiyorum. Etikliğini tartışmayacağım. Zira toplumca etik diye nitelendirdiğimiz herşey yapılabilirlik yüzdeliğiyle isimlenmiyor mu zaten? (Biliyorum acı ama böyle malesef) En kolay empiüç veya mepeüç veya empitiri siz nasıl derseniz artık nasıl indiririz?

mp3 indirmenin en kolay ve kısa yolu süper bi şey
mp3 indirmenin en kolay ve kısa yolu süper bi şey... varmısınız? Yaşasınnnn


Google yi bir mp3 indirme yöneticisi gibi kullanalım...

Anlatımı uzun, uygulaması kısa... Eğer varsanız başlıyoruz...
www.google.com.tr adresine giriyoruz. Arama çubuğuna aşağıdaki kodu kopyalayıp yapıştırıyoruz.

intitle:index.of "mp3" -htm -html -php -asp "Last Modified" tarkan

Kodun sonunda tarkan yazıyor oraya aradığınız sanatçının ismini yazıyor ve google' a hep dediğimiz gibi ara diyoruz. Şu google' ında işi zor be... Herneyse açılan sayfadan herhangi birine tıklıyoruz, yine açılan sayfada istediğimiz şarkılar bizim indirmemizi bekliyor... hadi tıklayın mp3 pc nizde...

DİKKAT: Kodu tam olarak kopyalayın ve sanatçının ismini yazarken sakın türkçe karakter kullanmayın :)
Başarılı örnekler;

intitle:index.of "mp3" -htm -html -php -asp "Last Modified" duman

intitle:index.of "txt" -htm -html -php -asp "Last Modified" siir

intitle:index.of "exe" -htm -html -php -asp "Last Modified" camfrog

intitle:index.of "doc" -htm -html -php -asp "Last Modified" odev

Başarısız bir örnek;
Hata! Dosya adı belirtilmemiş.
Mor ve Otesi - Celiski.mp3 18-Dec-2007 14:23 1.4M

Ben MP3 indirmem, online dinleyeyim diyen varsa http://fizy.org şiddetle önerilir. ;)

Hazır başlamışken internet tilkiliklerine birde youtube' a nasıl girerizden bahsetmek istiyorum. Bize yasakladılarrrr hainler :)

Bilgisayarımızda C:\WINDOWS\system32\drivers\etc\hosts dosyasına giriyoruz. Notepad ile açıyoruz. Sayfanın sonuna aşağıda bulunan adresleri kopyalayıp yapıştırıyoruz. Kaydediyoruz ve işte youtube karşımızda...

208.117.236.70 www.youtube.com

208.117.236.70 youtube.com

Bununla uğraşamam diyenleriniz var ise, youtube jacker diye bir program var. Heryerden indiriliyor. Google' a yaz, bulsun senin için... Bu programı kuruyoruz ve youtube bizimle :)

Yukarıda bahsettiğim hosts dosyasına adres ekleme yöntemini biz masumlara yasaklanan diğer siteler içinde kullanabiliriz. Sitenin adreslerini doğru vermeniz yeterli. Denenmiş ve takdirle karşılanmıştır.

Şimdilik benden bu kadar :)

Aklıma geldi: Bir zamanların meşhur lafı vardı. Ne yapıyorsun kuzum? İnternette sörf... Çok komikmiş yahu bu söz :)

Herkese keyifli bir gün diliyorum.