Farklı olmanın cezası sabittir!

Oysa ne güzeldir hayattan bihaber öyle yaşayıp gitmek. Farkında değilsindir hiçbirşeyin... ne güzel!

Yatarsın, uyursun hiçbirşey düşünmeden... sananedir senden gerisi?

Yapabilseydim gözlerimi kapatmak isterdim gördüklerime, kulaklarımı tıkamak duyduklarıma... öyle yaşayıp giderdim bende duymadan, görmeden, bilmeden!

19 Şubat 2009 Perşembe

ah ben...

Yapmak istediğim çok fazla şey var, bir çoğunu yapamadığım veya yaptığım kadarını da istediğim gibi yapamadığım... Çok üzücü birşey gibi geliyor bu durum bana. Bir sürü bahanem var herbirisi için, bu daha da üzücü geliyor. Her fırsatta hayat hakkında derin kritikler yapan, bağıra çağıra tartışmalara giren, düşünmekten kafayı kırma noktasına gelen ve sonunda genelde hep aynı sözü söyleyen ben "Tek bir an bile ertelenmeye gelmez. Nasıl hissediyorsan öyle yaşa" hayatımda ne çok şeyi erteliyorum. En büyük avuntum, birgün hepsini yapacağım şeklinde koca bir yalan. Şu olunca şunu yapacağım, bu olunca bunu... bitmezzzzzzz

Hayatı bu kadar farkında yaşamak iyi birşey mi? Herşeyi sorgulamak doğru mu? Anlamaya çalışmak gerek mi? Ahmak gibi mi bilgece mi takılmak lasım (bu ayrımı çok sevdim, anlatırım hikayesini) ? Açıkcası bilemediğim birçok şey gibi bunu da bilmiyorum. Kafamın içinde binlerce tilki var sanki. Sürekli hareket halindeler. Geceleri gürültülerinden uykuya dalmakta zorlanıyorum. İt gibi yorgun, gözlerimden yaşlar akacak kadar uykusuz olmama rağmen. Uyumamaya direnmemin bir nedeni de sanki uyudukça birşeyleri kaçıracakmışım gibi geliyor. Bu nedenle hep tetikte olma isteği. Birde uyumadan önce yatakta dönmeyi seviyorum sanırım. Kendimle kalıyorum. İşe gideceğim için ve söz konusu uyku olunca canavarlaştığım için, odamın ışığını kapatınca genelde kimse arayıp, sormaz, uğramaz. Bazen o tilkilerin çıkardıkları sesleri duymamak için, televizyonu açıyorum. Televizyon karşısında uyuya kalmaya çalışıyorum. Kapanmak üzere televizyonun saatini ayarlıyorum yarım saate, 1 saate. Ancak o süre bitene kadar bakıyorum televizyona. Uyumuyorum. Kırmızı rakamlarla son 30 saniyeyi sayarken bende televizyonla birlikte sayıyorum. Sonra yine aynı teraneler :)

Yapmak istediklerim basit şeyler sanırım. Okumak istediğim kitaplar var, yetişemiyorum hepsine. Yürüyüşler yapmak istiyorum. Haftasonu erken saatte güzel bir kahvaltı sahilde, gazete ve kahve, uzun uzun yürümek... öğlen olmadan eve dönmüş olmak. Duşumu alıp, yollara atmak kendimi sonra yine. Kurslara gitmek istiyorum. Resim, tiyatro, dil kursu ne bileyim herhangi birşey. Kemanımdan özürdileyip, gönlünü almak istiyorum. Kendimi ödüllendirip, masaja falan gitmekte var aklımda. Kendimle uzun uzun vakit geçirmek istiyorum. Bu arada yaz gelsin istiyorum :) En çok ta bunu istiyorum... Arayamadığım arkadaşları arayıp, boş muhabbetler yapmak istiyorum. Fazla samimi ya da resmi olmadan. Birde bir haftasonumu İstanbul dışında geçirmek... Fotoğraf çekmek, bir köy olursa harika olabilir.

Kafamdaki tilkilerden de bahsedecektim ama eve gitmem lasım. Mesai saatlerimi de böyle harcamamam lazım sanırım... ama ne farkeder ki? Kendimi mahcup etmiyorum sonuçta ;)

Eve dönüş yolunda, serviste, şimdi, hayal kurmak istiyorum :)

17 Şubat 2009 Salı

Evlenenler, evini yenileyenler, evini yenilemek isteyenler...

Hayatından çıktığım insanların hayatını uzaktan izlemeyi seviyorum. Birçoğunda hala ufakta olsa bir izimi buluyorum ya da ben öyle sanıyorum. Yazılmış bir söz, dinlenen bir şarkı, sevmediğini bildiğim halde sırf ben seviyorum diye giydiği bir kazak ne önemi var ki herhangi birşey işte... Bilmiyorum. Bildiğim ve emin olduğum hayatlar devam ediyor. Tıpkı benimde devam ettiğim gibi...

Hepsinin hayatının akışını az çok biliyorum. Olanlar karşısında verecekleri tepkiyi, söyleyecekleri sözlerini, keyiflendiklerinde neşelerini, jestlerini, sinirlendiğinde yüzünün şeklini, gözlerini... bazen hepsini teker teker düşünüyorum. Canlandırıyorum gözümde... Kimisi belliki yeni bir aşkın heyecanında... Kimisi anne-baba olmuş... Kimisi evlilik arifesinde... Kimisi bıraktığım yerde... Nasıl anlatılır bilmiyorum ama sanki kimsenin izlemediği bir filmi izlemiş olmanın gururu ve bir o kadar sıkıcılığı içinde buluyorum kendimi. Yapacak birşey bulamıyorum. Sonra kendi hayatıma bakıyorum.

Şuan hayatına yerleştiğim insanların, benden önceki misafirleri de benim bilmediklerimi biliyor. Bana heyecan verenler şimdi onlara vermiyor. Belki kimisi terkedip gittikleri evini özlüyor. Açıkcası hiçbir fikrim yok. Hayatlarımız evlerimiz gibi... Önceleri çeşitli misafirlerimiz oluyor, bu bir deneme süresi, birgün birilerinin ev arkadaşı olarak tüm giderlere ortak olmasını bekleyerek devam ediyoruz bu evcilik oyununa. Hayat ne kadar basit! En karışık gelen şeylerin bile başka formatta basit bir karşılığı var oysa...

Gittiğimiz hayatlara önce misafir olduğumuzu bilerek kibarca giriyoruz. Sonra evsahibinin sağladığı rahatlık derecesinde eve yerleşmeye başlıyoruz. Rahat ettirmez ise bizi, zaten kaçıp başka ev arıyoruz. En çok kendi evi gibi hissettiği yerde rahat ediyor insan. Ev sahibi ne kadar çabalarsa seni rahat ettirmeye, o kadar seviyoruz o evi... Karşılığında ev sahibi birgün gel bu ev ikimizin olsun diyor. Misafir ya, yan gelip yatmaya alışmış, işine geldiği zaman misafir olmuş işine geldiği zaman ev sahibi. Bugün duyduğu teklifi sevmiyor haliyle... Hem artık bu ev heyecanda vermiyor. Hergün aynı şeyler, aynı elden çıkan yemekler, aynı mobilyalar, aynı adres... Yeni bir ev aramaya başlıyor, gidiyor. Ev sahibi öylece bakıyor, baştacı ettiği, bir dediğini iki etmediği, rahat etsin diye elindeki herşeyini verdiği ama bugün umarsızca çekip giden konuğun arkasından... Sanmıştı ki, çok sevdi bu evi. "Kalana zordur daima hayat" denir. Önceleri onun evde en çok olduğu saatlerde en çok zorlanıyor. Bekliyor hergün gelir diye kapıları açık. Ne gelen var ne giden... Yakıyor bir sigara, açıyor birlikte içilmek üzere alınan bir şarap! Sövüyor bildiği herşeye. Uyuyor, uyanıyor. Hergün yeniden devam ediyor. Şaşırıyor. Oysa o dünya durur, ölür sanmıştı. Ne yaptıysa ölmüyor. Arıyor, ağlıyor, bekliyor, evdeki boşluktan kendi evine giremiyor. Yollara düşüyor. En sonunda o da kapatıyor evi, bu defa herşeyi olan kendi evini bu defa kendisi terkediyor. Onun içinde başlıyor misafirlikler artık...

Özünde üç aşağı, beş yukarı böyle işte aslında... Evlerin iskeletleri hep aynı. Değişen bi iki parça mobilya belki.

Çabuk tüketiyoruz. Bundan eminim. Fazla açgözlü, fazla meraklıyız. İnsan evladı saldırı halinde sürekli. Bu yazı bu noktaya nerden geldi bilmiyorum. Biliyorum esasen... Ah şu bilinçaltım, neler yapıyor bana? :) Daha da sapıtmadan şimdilik selametle...

Ulaşılacak saadete kaç kapı daha var... Açtım açtım kapıları girdim... Bomboş evlere vardım. Yardım lazım bana şansım yaver... Sanmaa! Hiç hoş değil gördüklerim ammaa... Emin değilim herşey muamma...

11 Şubat 2009 Çarşamba

Aptalca hayaller peşinde koşmayan bir kalp gösterin bana,
Bende size mutlu bir insan göstereyim...

6 Şubat 2009 Cuma

Tel Aviv' de yaşayan bir Türk' ten gerçekleri anlatan bir mektup

Bugün, ATAK derneği' nden sevgili Özlem Demir' in paylaştığı İsrail- Filistin savaşını biraz daha objektif değerlendirmemize ışık olabilecek Tel Aviv' de yaşayan bir Türk' ten gelen e-maili paylaşmak istiyorum. Yorumsuz ve tek harf değiştirmeden kopyaladım.

Son zamanlarda İsraildeki savaşla ilgili pek çok posta alıyorum. Sağolsun aileler, dostlar bizleri merak ediyor... Bir de ayrıca Kuranda geçen ayetler örnek gösterilerek olaya Müslümanlık ve Yahudilik savaşı olarak bakılıp bir karşı cephe oluşturulması beklenen postalar alıyorum... Öncelikle Tel Aviv'de yaşayan herkes gibi savaşla ilgili bir güçlük içinde değiliz. Sadece intihar saldırıları beklentisi arttı ve bu konuda tedbirli olmaya çalışıyoruz...İkinci türden gelen postalara gelince; İsrailde 21 aydır yaşayan biri olarak sadece gözlemlerimi paylaşmak istiyorum... Ne üniversitede, ne özel yaşamımda siyasi ya da dini bir görüşün taraftarı olamadım. Bildiğim çok az şeyden en önemlisi ?kalbimin Allah sevgisi ile atıp o yolda kendim, ailem ve tüm akraba ve dostlarımla iyi işler başarmanın yollarını? aramak?Benim gördüğüm ise dünyada sadece Güç ve Para Cephesi kalmış. Birileri kendi ülkesini korumak adına silah üretiyor ancak bu silahları satıp "çok paralar" kazanmayı daha karlı buluyor? Yani, hem kendine tehlike gördüğü ülkeleri Bağımsızlık kışkırtmaları ile isyana kaldırıp, bölüyor ve gücünü azaltıyor, hem de ürettiği silahları satıp cebini dolduruyor...Eşinin işi nedeniyle (yaz sonu yaşanan Gürcistan savaşı öncesinde) bu ülkenin başkentinde yaşayan arkadaşım; başkentte alış veriş merkezi değil doğru düzgün süper market bile bulamadıklarını, var olan 2 markette de temel ihtiyaç olan nohut, pirinç gibi daha pekçok ürünün olmadığını olan ürünlerin de çoğunun son kullanma tarihleri geçenlerin üzerinde düzeltme yapılarak satıldığını, et bulmanın mucize olduğunu anlattı. Maalesef bağımsızlıklarından sonra ülkeye bir çivi bile çakılamamış. Yani malum ülkeler amaçlarına ulaşmışlar...Burada herkes İsrail vatandaşı. Ayırım ise Arap asıllı ya da Musevi olmak. Bu yüzden gördüklerimi, duyduklarımı paylaşırken bu şekilde anlatmaya çalışacağım...Bu ülkede gerçekten bir din savaşı olsaydı, şu an herkes birbirini yerdi. Aslında atı ve Amerikayı arkasına alan İsrail, Üsküdar?ı çoktan geçmiş? Büyük Arap dünyasının yapamadığını 60 yılda yapmış. Çölde yaşanır bir ülke oluşturmuş. Şimdi de istediği gibi at koşturuyor... Ülkede pek çok Arap Kasabası var. Bu kasabalardan bir tanesinin kasabına biz de gidiyoruz. Etimizi oradan alıyoruz. Hafta sonları sadece bizim gibi Müslümanlar değil pek çok Musevi de bu kasaptan ve oradaki sebze meyve pazarından alışveriş yapıyorlar. Öyle bir alışveriş ki araba park etmeye yer bulunmuyor? Gerçekten tüm ürünleri hem çok taze hem çok ucuz? Eğer bu bir din savaşı ise ne Araplar etlerini, ürünlerini Musevilere satar ne de Museviler bu kasabalara alışveriş yapmaya gelirdi?Arap aileler ile Musevi aileler Tel Aviv?in göbeğinde binlerce metre kare alana kurulu mangal parklarında hep birlikte piknik yapıyorlar. Çocukları aynı parkta oynuyorlar. Birbirlerinden ateş ya da sıcak su istiyorlar?Arap bayanları süpermarketlerde, eczanelerde çalışırken görüyorum. Üyesi olduğum klubde, çoğu Musevi olan bayanlarla birlikte bir tarlada domates toplamaya gittik ve tarlada çalışan Arap bayanlarla beraber çalıştık. Bu aktivite şehrin her yerinden gelen Musevilerle de sürekli yapılıyor.Arap kasabalarında pek çok cami var ve ezanımız okunuyor. Camilerin kapısı açık. İçleri inanılmaz güzel ve bakımlı.Sadece Osmanlı'dan kalan Tel Aviv'in merkezindeki camiler dimdik ayakta, onarılıyor ancak ezan okutulmuyor...Arap çocukları da Amerikan Okulunda okuyor. Amerikan Okulu çalışanlarının %80i Musevi ve Yönetim Kurulu Üyeleri, okul çalışanlarının oyuyla seçiyor. Okulun şu anki yönetim kurulunda Arap bir bey de var...Üyesi olduğum Bayanlar Klübünde Arap bayanlar da var. Ramazan bayramında tüm dinden olan bayanlara Ramazan anlatılırken, aynı tarihlere denk gelen Musevilerin bayramını da dinledik...Kendi adıma; dini, ırkı ne olursa olsun hiçbir canlının haksız yere öldürülmesinden yana değilim... Burada verilen mücadele bağımsızlık mücadelesi değil bence... Eğer öyle olsaydı dünyanın her yerinden gelen yardımlar örgütlere değil halka ulaşır, gerçekten bir savaş olsa mertçe çıkar bir savaş cephesi oluşturulur camilerin, hastanelerin, okulların içine girip kadın ve çocukların arkasına saklanılmazdı. Arap halkı kesinlikle barış istiyor ancak bir benzeri bizde olan terör örgütü gibi dışarıdan hazır beslenmeye alışmış, dini alet eden bölücü kesim buna izin vermiyor. Maalesef kalbi, yüzü masum insanlar, kadınlar, çocuklar arada feci bir şekilde can veriyorlar? Burada her kesimden duyduğum sözlere göre İsrail istediğini alacak. Buna acı bir şekilde kararlı!Her şey çıkar amaçlı olmuş. Burada dönen dolapları bizim gibi vatandaşların anlaması çok zor bence..Bir yandan herkes ölen, yaralanan masum çocukların yüzlerini gözümüze sokup İsraili lanetliyor diğer yandan "öğrensin artık tüm dünya " bölücülere maşa olmamayı diyorlar? Burada hangi İsrailli ile konuşsam ülkemizin Güney taraflarını ya da İstanbulu gezip görmüş ya da görmeyi çok istiyorlar. Ülkemize bayılıyorlar. Bizi çok şanslı buluyorlar. Ancak otel lobilerinde İsrailin gezilecek yerlerini anlatan dergilerdeki Türk lokantalarındaki yemeklerin detayı anlatılırken, Türkiyenin doğusunda Kürdistana ait bilmem ne yemeği diye anlatıyorlar!!!Bir arkadaşımın yurt dışı seyahatinde aldığı atlasta Türkiyemin doğusu Kürdistan olarak gösteriliyor.Arkadaşlar ne Kürt ayrımcılığı ne de bağımsızlığı söz konusu değil. Tek dertleri oranın geri kalmışlığını (ki bu bizim en büyük ayıplarımızdan bence)kullanıp gücümüzü bölmek. Teyzemin iki kızı da kürtle evlendi. Tartışılması ya da konusu bile olmadı. İstanbul Üniversitesinde Kürt arkadaşlarım vardı. Ne mutlu ki aynı puanlarla, aynı şartlarda girmiştik üniversiteye. Maalesef çalışma hayatımda şahit olduğum bir anı ise; bölücü ülkelerden birinden güya ülkemizde staj yapmak için gelen yabancı kızın, elini kolunu sallayarak Ülkemin Doğusunda aşiret reislerinin arasına kadar girip ülkesine kaçırdığı oğlundan mektuplar getirmesi, bizleri siz hiç oralara gidip insanların hallerini gördünüz mü? diye azarlayıp hesap sorması, ülkesinde ülkem ile ilgili planlar yapmasıydı...Yabancı ailelerle sohbetlerimizde maalesef PKKyı terörist örgüt olarak değil, bizi vatanımın doğusunu despotça yöneten ve bastıran bir ülke olarak tanımlıyorlar. Bu konuda çoğu zaman inanılmaz mücadele veriyorum. Sağ olsun İngilizcemin yetmediği yerde eşim gözlerine sokuyor gerçekleri...Biz kahrolsun İsrail, Filistin'e bağımsızlık, Yahudilik, Müslümanlık derken; savaşarak bizi bölemeyeceğini anlayanlar içimizden kazıyorlar.Dini ne olursa olsun dininin anlamını hakkıyla yaşayan hiç kimse bozgunculuk yapmaz. Benim dileğim tüm masum insanlara sahip çıkalım, haklarımızı arayalım ancak bunu bir din savaşı haline getirmeyelim. Bozgunculara kanmayalım. Bizi bölmek isteyenlere fırsat vermeyelim...Dilerim bencil çıkarları için din adına insanları haksız yere katledenler kendi dertlerine düşerler... Bir parça buraları bir parça da buralardan ülkem hakkındaki gördüklerimi, duyduklarımı, içimdekileri paylaşmaya çalıştım. Yukarıda yazdıklarımda, anlatmak istediklerimi tam olarak anlatamamış olabilirim ancak bu ülkeye vardığım ilk haftada kafamda oluşan şey Allahım bizim basiretimizi bağlamasın, toprağımızın bir karışını bile kimselere kaptırmayalım ve Allah'ın Atatürk eliyle bize layık gördüğü bağımsız ülkemizde hep özgürce yaşayalım? oldu. Çok teşekkürler vakit ayırdığınız için...Sevgiler ve selamlar, sağlıkla, huzurla, iç huzuru ve barışla kalmamız deliklerimle...
Yeşim
Tel Aviv

4 Şubat 2009 Çarşamba

Kimse seni dinlemese bile,
Onları dinleyen birtek sen varsın...

3 Şubat 2009 Salı

Heryerden çok uzakta...

"Yüce Dağ Başında Bir Arkadaşla"
Önceden de oldu yüce anlarım.
Bir kez geceleyin parkta yürürken,yağmur altında, güzün.
Bir kez çöl ortasında, yıldızlar altında,ekseni üzerinde
dönen yeryuvarına döndüğüm gün.
Kimileyın düşünürken,sadece düşünüp tartarken olan biteni.
Ama hep yalnız.
Kendi başıma.
Bu kez yalnız değildim.
Yüce dağ başında bir arkadaş vardı
yanımda.
Natalie.
Birşey yok "hiçbirşey" yok bundan üstün.
Ömrümce görmezsem de bir daha,
eh diyebilirim yine de,
Bir kez orada bulundum.
Dahası da var elbet,
ama bu konuda anlatmak istediklerimin hepsi bu kadar
sanırım.
"Dahası" dediğim, bundan sonra olup bitenler, olup duranlar...
Bilmem ki sizce nasıl? Bence çok anlamlı... güzelliği sadeliğinden. Galiba ne kadar yalınlaşırsa anlatım, o kadar anlamlı geliyor bana sözler. Gösterişsiz, olduğu gibi, süslemeden, doğasında... Dün gece okuduğum bir kitapta geçiyordu bu sözler... Kitabı anlatmayacağım uzun uzun... Zira merak eden varsa Ursula K. Le Guin' in Heryerden çok uzakta isimli kitabı. Çerez tadında bir kitaptı. Televizyon karşısında bile okunabilir olanlardan hani. Keyifliydi. Daha doğrusu beni anlattığını düşündüğüm bir kitaptı. Bundan dolayı keyifli gelmişte olabilir, bilmiyorum. Hani burç yorumlarını okumaya bayılırız ya... Onun gibi birşey. Bir arkadaşım verdi. Arkadaşım değil aslında iş arkadaşım. (Kendisi bir sohbet arasında böyle demişti mesai arkadaşları için, hepimiz için... pek doğru geldi açıkcası. Böyle düşünmeye başladığımdan beri hayatımı baya kolaylaştırdı bu söz. En azından çok sevdiğim işyerim için :) İlginç değil mi? Bir cümle hayatınıza neler katıyor? Bir cümle hayatı zehir edebiliyor. Neyse bu konuyu belki daha sonra...) Kendisinden kitap istemiştim. 3 tane getirmiş sağolsun. Kısacık bir kitaptı. Onun için ilk elime bunu aldım. Serviste birkaç sayfasını okudum. Anında uyandım tabi olaya. Kitabın kahramanı Owen... benim cümlelerimi çalmış. Benim ağzımdan konuşuyor. Alla alla dedim. Şaşırdım pek bir keyiflendim. Anladım ki bu kitap bilinçli olarak seçilmiş ve anladım ki ben uzaylı değilim.
Uzaylı olmak kötü birşey mi ki? demeyin. Kötü birşey... kişiye göre değişebilir belki. Bilmiyorum. Hepsi bir :) (alıntıdır Albert Camus-Yabancı)
Kendimle çok konuşmaya başladım. Sohbet etmek keyifli. Açıklamalara gerek yok. Ne demek istediğimi biliyorum. Yanlış anlaşılmak yok. Çoğu zaman insanlarla onlardan habersiz kafamda konuşuyorum, sohbet ediyorum. Baya keyifli muhabbetler. Ama sonra onlara söylemiyorum. Söyleseydim alacakları yüz ifadelerini hayal ediyorum. Çok komik... Bu beni korkutuyor. Ben yalnızlığı sevmiyorum. Ama tüm bunlar beni daha çok yalnızlığa itiyor. Kendimle kalıyorum. Kendi dünyamda yaşıyorum. Ya bu gitgide artarsa? Ya kimseyle tamamen hiçbirşey konuşmak istemezsem? Mevcut durumda da konuşmaktan çok hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Eskiden çok konuşurdum. Sürekli anlatırdım. Gitgide azalıyor kendimi ifade etme isteğim. Umursamıyorum. Aslında umursuyorum galiba. Umursadığım içn anlaşılmamaktan korktuğum için yada yanlış anlaşılacağımı düşündüğüm için konuşmuyorum. Bilmiyorum. Hepsi bir :)
Birde galiba olayları olduğundan daha karışık hale getirme ve düşünme gibi bir sorunum var. Bu noktada insanlarla bana net birşeyler söylesinler diye konuşmak istiyorum. Kafamdaki kelimeler yumağından bunalıyorum çünkü hiçbirisi cümle haline gelmiyor. Bazen başarabiliyorum. Öyle zamanlarda gün çok keyifli geçiyor. Belki anlattıklarım son derece komik ve önemsiz geliyor yada ne bileyim başka türlü. Benim için önemli. Bu da önemli sayabilmek için yeterli sanırım. Net olamamak... Olasılıklarla yaşıyorum galiba. Her düşüncenin sonrasında kafamda hep bir ya, hep bir aması var. Galiba kitaplara bunun için sarılıyorum. Okudukça, öğrendikçe aşacağımı sanıyorum. Çünkü daha çok pişmek lasım diyorum.
İşte kitapta böyle birini anlatıyordu. Kendini fazla önemseyen ama hiçbirzaman önemsediği önemi göstermeyen. Sonunda bunlarla başa çıkamayıp, herşeyden kaçan ama bunu da başaramayıp toplumca kabul edilmiş (kendince asla) düşüncelere uymaya çalışan birini. Kaçamıyor çünkü kaçtıkça düzene dahil edilmek üzere hep zorlanıyor. Sonunda birini buluyor. Yarattığı dünyada yaşamasını destekleyen. Ama o kişide bu dünyaya dahil olmak istiyor... söylemiyor ama içten içe istiyor. Sonunda ne mi oluyor? Hiçbirşey... Herkes kendi yoluna ayrılıyor. Kitap öylece bitiyor. Başı olan ama sonu olmayan bir öykü işte. Bir insan kısacası.
Evet birde bu konu var. Bir insanım sonuçta binlercesinden bir tanesi... Hani karıncalar demiştim ya... öyle. Böyle bakınca fazla materyalist görünüyor. Diğer türlüsünü düşününce fazla soyut... Yani insanları karıncalar gibi düşünemeyiz galiba... Çünkü düşünceleri var... varları var... var var var. Materyalizmin felsefi karşıtı olan bu anlayışa “idealizm” diyormuşuz. Bu da başka bir konu. İşte böyle olasılıklar ve çelişkiler. Özel miyim değilmiyorum bilmiyorum. Lütfen bu cümleyi özgüven vs. ile bağdaştırmayın, bambaşka birşey dediğim. (açıklamalar yoruyor beni) Farklımıyım değilmiyim? Yada farklıysam bunun tadınımı çıkarmak lazım yoksa bu gidiş gidiş değilmi? Yada çok fazla mı düşünüyorum, düşünmemek için daha fazla uğraş edinmek mi doğrusu olur? Peki düşünmek mi daha doğru düşünmemek mi? Peki tüm soru eklerini ayrı mı yazmak lazım birmi? Bundan 1 yıl öncesine kadar düşünme tembeli olmayalım diye propaganda yapıyordum. Acaba herkes sonucu önceden görüyorda bunun içinmi düşünmekten kaçıyor? Peki cesur olmak iyi birşeymi yada bu cesurca bir hareket mi? Bilmiyorum. Belki birgün bilirim. Bilirsem belki yazarım. Muhtemelen yazmam. Çünkü yazmak ihtiyaçtandır. Çözdüğümde benim için önemini yitirir ve unuturum.
Yine ne alakasız bir yazı oldu. Ne anlatacaktım, neler anlattım...
Bu arada söylemek istediğim birşey daha var. Hayatımda ya kaybedersem, ya giderse diye zaman zaman düşündüğüm biri var. Owen' ın dediği, Ömrümce görmezsem de bir daha, eh diyebilirim yine de,
bir kez orada bulundum. Yaşadım diyebilirim. Diyebilir miyim? İlk birkaç hafta için hiç sanmıyorum. Muhtemelen giderse salya sümük olayına derin bir giriş yapacaktırım ve tüm okuduklarım anlamını yitirecektir. Bu iyi birşey mi onuda bilmiyorum. Yani duygular... insana insan olduğunu hatırlatanlar... Duygusuz olanlar peki insanlıktan çıkmışmıdır? Bunuda bilmiyorum. Herşeyin karşıt düşüncesi var kafamda. Galiba 2 tane ben var. "Bir ben vardır bende benden içeri" :) İllede birgün gidecekse bile umarım bu karışıklığın içinde gitmez. Yani kader diye birşey varsa ve bu gerçekleşecekse... İnsan ne kadar bencil yaratık. Belkide bu karışıklıkta gitmesi herşeyi bir anda netleştirecek. Ama yinede değişmem. Varsın herşey karışık kalsında, o kalsın ;)
Owen bunu demiyordu. Gitsin diyordu....

2 Şubat 2009 Pazartesi

Pazarertesi, ben ve diğerleri...

Hayatımda öldürmek istediğim insanlar var... Evet şiddete meyilliyim. Şaşıracak birşey yok, bence her insan içinde zaman zaman bir suçlu, bir katil, bir sapık besler, yaşatır.

Pazartesi için güzel bir başlangıç olmadığını kabul ediyorum. Ne güzel yeni bir hafta deyip, enerji dolu şarkıların sözleriyle giriş yapıp güzel birşeyler yazabilmeyi isterdim ama malesef...

Zaten ben Pazartesileri sevmem.

Hüzünlüdür. Haftasonu bitmiştir. Geçip giden Pazar' ın yası vardır. Ayrılıklarıda sevmem. Şimdi ben istediğim bu cinayetleri işlesem, seri katil ünvanını alsam bile üzülürüm sonradan. Yokluklarına üzülürüm. Öldürdükten sonra birbir iyi yanlarını bulur çıkarırım. İyi bir yanı yoksa bile henüz benim görebildiğim -her insanın içinde iyi birşeyler olduğuna inanırım-, hayaller kurar kendimi inandırır sonra dünyanın en iyi insanını öldürmüş gibi ağlarım. Kendime ağlamak aklıma bile gelmez o sırada. Halbuki ah bi diyebilsem "hakettiği için öldü işte", "ne var canım bunda", "her canlı ölümü tadacaktır" deyip olayı dramatize etmeden sevebilsem. Yaptığımla gurur duyabilsem. Ah şu insan yanım yok mu? (Hoş bence insan yanı demek kötü birşeydir. Ah şu duygusallığım, salya sümüğe bağımlılığım yokmu desem daha uygun olur sanki... bahsetmiştim değil mi? Bağımlı olmayı seviyorum. Bağımlı olduklarımın pek bir önemi yok. Neyse bu konu pek bir çelişik girmeyeyim ve cinayete geri döneyim:)) Geçen gün bir AVM' nin -pek bir havalı oldu AVM- en üst katında insanlara bakıyorum. Görüntü karınca yuvalarını andırdı. Herkes vıcıkvıcık koşturuyor, yiyor, geziyor, heyecanlı heyecanlı birşeyler anlatıyor, irili ufaklı bir sürü beyincik. Hepsi birbirinden farklı olduğunu düşünüyor. Herkes ben özelim diyor belkide. Ama o kadarda aynıyız ki esasında... Üstlerine yukarıdan sıcak su döküldüğünü düşünün. Üstüne basılmış karıncalar gibi kaçışmaya başlayacak. Gözüne bakarak, benim kıyafetlerim daha cici benim daha çok param var diyen, diğer küçük gördüğüne sarılarak kaçmaya çalışacak. Tanrı çok eğleniyor olmalı... bir o kadarda üzülüyordur sanırım. :( Daha fazla alakasızlaşmadan Pazartesi' ye ve cinayetlerime geri döneyim.

Evet Pazartesi... Sevimsiz Pazartesi... İçimden gelerek şükretmemi engelleyen Pazartesi... Sabahın bir karanlığında kalkmak zorundayım. Daha 5 gün var. Çekilmez 5 günün habercisi adi Pazartesi...

Ya ben neden işimi sevmiyorum? Ya da çalıştığım insanları sevmiyorum. Birgün benimde keyifle gideceğim bir işim olacak mı acaba? En azından sohbet edebileceğim insanların olduğu...
Oh my god! Ne kadar yalnızım :)) Yalnızlık ömür boyu...