Yaşadığım herşey, katlanamadığım sistem, gördüğüm çarpıklıklar, susmak zorunda kaldığım haksızlıklar günden güne beni tek bir sona doğru götürüyor. Ya gerçekten delireceğim, ya öldüreceğim kendimi ya da deliliğe vuracağım işi... Akıllı olup uğraşacağıma milletle, deli olurum millet uğraşsın benimler derler ya da onlar deli deliyi görünce değneğini saklarmış ya aynı o misal...
İşin tuhaf tarafı ise bunu buraya yazdığım gibi düşünerek falan yapmıyorum. Farkında olmadan gülüyorum artık. Ama haksızlık bu diyen Calimero saflığımdan sıyrılıyorum sanırım. Bir duyarsızlığa uğradı bünyem sormayın gitsin. 3 kuruş fazlası için birbirinin poposunu yalayanlar, kendi poposuna sıcak ve sağlam bir koltuk için kendini yerden yere vuranlar, gözünün içine baka baka bin tane yalan konuşanlar... hiçbirisi, gördüklerimin. duyduklarımın hiçbirisi üzmüyor artık beni. Kötü birşey farkındayım. Övünülecek hiçbir tarafı yok. Yontula yontula resimde sırıtmamayı öğreniyorum. Göze batmamayı, sistemin parçası olmayı. Pfff... Ruhum isyan etmiyor artık, kendince bir savunma mekanizması oluşturuyor.
Bana dokunmayan yılan 1000 yıl yaşasıncılık değil deee tam olarak... Bana dokunmasın o yılan ne bok yerse yesincilik daha çok. Dilerim tez zamanda kendi pisliğinde ölür gider ama bana dokunmadan yaşayacaksa da varsın yaşasın ne yapayım?
Tuhaf olan ne biliyor musunuz? Kıçını da yırtsan eğitiyor seni bu sistem. Senin istediğin gibi akmıyor hayat, canı nasıl isterse öyle geçiyor zaman! Buz gibi vuruyor yüzüne gerçeği "Bi bok değilsin. Koskoca evrende sadece bir noktasın. O koskoca evren de benim!"
Hadi geçmiş olsun bakalım...
Farklı olmanın cezası sabittir!
Oysa ne güzeldir hayattan bihaber öyle yaşayıp gitmek. Farkında değilsindir hiçbirşeyin... ne güzel!
Yatarsın, uyursun hiçbirşey düşünmeden... sananedir senden gerisi?
Yapabilseydim gözlerimi kapatmak isterdim gördüklerime, kulaklarımı tıkamak duyduklarıma... öyle yaşayıp giderdim bende duymadan, görmeden, bilmeden!
Oysa ne güzeldir hayattan bihaber öyle yaşayıp gitmek. Farkında değilsindir hiçbirşeyin... ne güzel!
Yatarsın, uyursun hiçbirşey düşünmeden... sananedir senden gerisi?
Yapabilseydim gözlerimi kapatmak isterdim gördüklerime, kulaklarımı tıkamak duyduklarıma... öyle yaşayıp giderdim bende duymadan, görmeden, bilmeden!
29 Ocak 2010 Cuma
26 Ocak 2010 Salı
hoşşşt çakal!
Tanımlardan kurtulabilsek, kendimizi herşeye bir isim koymak, tanımlamak zorunda hissetmesek birçok baskıyı geride bırakabilecek, daha özgür olabilirdik sanırım. Doğru veya yanlış, güzel ya da çirkin, iyi veya kötü... daha niceleri. Düşünün birkaç dakika, yeni birisiyle tanıştığınızı. Birkaç dakika içinde beyniniz bu tanımlardan doğru bulduğunu onunla bağdaştırmaya çalışıyor. (Genelleme yapıyorum, en azından ben ne kadar bu özelliğimden nefret etsemde böyleyim çoğu zaman kurtulmaya çalışıyorum) Ama doğru olduğu kadar yanlışta olabilir üstelik benim açımdan bakıldığında doğru görünen aynı olay başka birisi açısından yanlışlar silsilesi olabilir. Nerden çıktı şimdi bu kişisel gelişim semineri tadında saçmalamalar?
4 kitap birden okuyordum son günlerde... Sonunda ikisini bitirdim. Bir kitaba başladığımda, kitabı okumadığım zamanlarda kitaptaki karakterlerin yaşadığını ve şuan ne yapıyordur gibi düşüncelere dalıyorum. Aslı, şuan iştedir. Muhsin, yeni uyanmıştır Ankara sokaklarında boşboş yürüyordur. Esra kazının basın toplantısına hazırlanıyordur. Diana, evindedir... vs.vs.
Serdar Özkan - Kayıp Gül.
Diana ve annesi oldukça iyi imkanlarda yaşıyorlar. Diana küçüklüğünden beri pahalı elbiseler giymiş, markalarla yaşamış, her yaptığı arkadaşları tarafından günlerce konuşulmuş bir kız. Birgün annesiyle alışverişe çıkıyorlar. 1500$' a bir gömlek beğeniyor ve annesine almak için dil dökmeye başlıyor. Annesi ise Diana' ya Paris' te açılan bir müzayeden bahsetmeye başlıyor.
-Biliyor musun Di, Paris' te açılan bir müzayede de Descartes' ın yeleği 125.000$' a alıcı bulmuş.
-Eee... fiyat gayet makul annecim, sonuçta o yeleği Descartes giymiş.
-Doğru, Descartes gibi insanlar giydikleri kumaş parçalarına değer kazandırıyorlar bir de tam tersini düşünsene!
Çatttt!!! İşte böyle bir kitap. Sizi sürekli tokatlıyor. Kitabı bitirdiğinizde içinizde bir yerlerinizin ağrıdığını hissediyorsunuz. Görmezden geldiğiniz, bantlayıp kapattığınız yaralarınızın üstündeki bantları kaldırıyor yazar ve hala orada bir yara olduğunu gösteriyor. Sonuçta kendinizle yüzleşmek zorunda bırakılıyorsunuz.
Yaralarımızın nedeni biz miyiz, başkaları mı, düzen mi nedir? Ya da önemi var mı? Ne olacak böyle bilmiyorum. Düşündükçe geliyorlar bana... Yaralııı tepeden tırnağa her insan yaralııı :) Böyle bir şarkı vardı sanırım.
Hande Altaylı - Aşka Şeytan Karışır
Kitapta en çok sevdiğim, kişilerin kişiliklerinin sade, gerçekçi ve etkileyici bir şekilde anlatılmış olmasıydı. Otobüs, servis veya tuvalet kitabı... Sakın yanlış anlaşılmasın. Bu kötü birşey demek değil. Benim kitaplarımın böyle statüleri vardır. Ders kitabı gibi olanlar evde okunur. Mümkünse akşam saatlerinde, televizyon kapatılır, gözlükler takılır ve ciddiyetle okunur. Kimisi çanta kitabıdır. Otobüste, serviste boş olan heran da çıkarılır ve okunur. Öyle merak edersiniz ve öyle etkilenmişsinizdir ki etrafta olup biteni görmez, duymaz, kaldığınız yerden devam edersiniz. Bazıları ise tuvalet kitabıdır. 1 kaka süresine sığacak öyküler vardır. Eğlenirsiniz, sıkılmazsınız ve saçmasapan bir şekilde vakit geçirmek yerine birşeyler okumuş olursunuz. Kalıcı da olur tuvalette okunanlar. En azından benim için öyle oluyor. Bu kitapta okuduğum ve çok hoşuma giden bir söz; HOŞT ÇAKAL :)
İşimden nefret ettiğimi söylemiştim değil mi? Sanırım yine yaklaşan bir bunalımın eşiğindeyim. Düşünüyorum neden bu kadar kafakarışıklığım var. Neden bu kadar çocukça inanışlarım, çaresizliklerim var? Benim yalnız kalmam lazım. Tüm bağımlılıklarımdan kurtulup uzaklaşmam lazım herşeyden. Gitmem lazım. İşi, aileyi, sevgiliyi, eşyalarını neyim varsa bırakıp gitmem lazım. Biraz sürünmem lazım, kendi başıma ayaklarımın üstünde kalmayı öğrenmem lazım. Çok sıkıldım artık çalışmaktan ve sürekli önüme koyulanı yemekten. 19 yaşından beri lacivert takımlı, kravatlı salaklarla çalışıyorum. Evet bankacıları sevmiyorum. Ama daha çok mühendisleri sevmiyorum. Bugünlerde yeni bir huy edindim. İnsanları mesleklerine göre seviyorum ya da sevmiyorum. Mesela mühendisleri hiç sevmiyorum. Sanırım birkaç tane dost var sevilesi mühendis. İstisnalar herzaman vardır canım. Neden sevmiyorum? Çünkü mühendisler. Hayatlarında yaptıkları tek şey mühendis olmak olmuş ve bu övüntüyle o kel kafalarını, yağlı göbeklerini, koca kıçlarını nereye koyacaklarını şaşırıyorlar. Hayat görüşleri ise ye, iç, sıç, oku adam ol. Evet oku ama herşeyi oku. Hayatı oku. Empati yoksunları. Mühendis olmamanızı ümit ederek yazıyorum tüm bunları. Çünkü cevap vermek bile istemiyorum. Ben böyle düşünüyorum. Saygı duymak zorunda değilsin eğer bir mühendissen! Bazılarınız da amma komplex yapmış hatun diyebilir. Keşke enerjim olsada uzun uzun bunun bir komplex olmadığını ve gerekçelerini anlatabilsem!
Ben mi neyim? Hiçbirşey değilim. İnsanım. Dünyadan, sıradan, herhangi bir insan... Mesleğim mi ne? Daha benim sahiplenmediğim, istemediğim bir meslek ya da ünvan için (hergün lanet ederek geldiğim bir iş için) benim mesleğim demem hiç doğru olacağını düşünmüyorum.
Bırak git öyleyse aa deli misin be kadın? İşte o dötte henüz bende yok sanırım.
4 kitap birden okuyordum son günlerde... Sonunda ikisini bitirdim. Bir kitaba başladığımda, kitabı okumadığım zamanlarda kitaptaki karakterlerin yaşadığını ve şuan ne yapıyordur gibi düşüncelere dalıyorum. Aslı, şuan iştedir. Muhsin, yeni uyanmıştır Ankara sokaklarında boşboş yürüyordur. Esra kazının basın toplantısına hazırlanıyordur. Diana, evindedir... vs.vs.
Serdar Özkan - Kayıp Gül.
Diana ve annesi oldukça iyi imkanlarda yaşıyorlar. Diana küçüklüğünden beri pahalı elbiseler giymiş, markalarla yaşamış, her yaptığı arkadaşları tarafından günlerce konuşulmuş bir kız. Birgün annesiyle alışverişe çıkıyorlar. 1500$' a bir gömlek beğeniyor ve annesine almak için dil dökmeye başlıyor. Annesi ise Diana' ya Paris' te açılan bir müzayeden bahsetmeye başlıyor.
-Biliyor musun Di, Paris' te açılan bir müzayede de Descartes' ın yeleği 125.000$' a alıcı bulmuş.
-Eee... fiyat gayet makul annecim, sonuçta o yeleği Descartes giymiş.
-Doğru, Descartes gibi insanlar giydikleri kumaş parçalarına değer kazandırıyorlar bir de tam tersini düşünsene!
Çatttt!!! İşte böyle bir kitap. Sizi sürekli tokatlıyor. Kitabı bitirdiğinizde içinizde bir yerlerinizin ağrıdığını hissediyorsunuz. Görmezden geldiğiniz, bantlayıp kapattığınız yaralarınızın üstündeki bantları kaldırıyor yazar ve hala orada bir yara olduğunu gösteriyor. Sonuçta kendinizle yüzleşmek zorunda bırakılıyorsunuz.
Yaralarımızın nedeni biz miyiz, başkaları mı, düzen mi nedir? Ya da önemi var mı? Ne olacak böyle bilmiyorum. Düşündükçe geliyorlar bana... Yaralııı tepeden tırnağa her insan yaralııı :) Böyle bir şarkı vardı sanırım.
Hande Altaylı - Aşka Şeytan Karışır
Kitapta en çok sevdiğim, kişilerin kişiliklerinin sade, gerçekçi ve etkileyici bir şekilde anlatılmış olmasıydı. Otobüs, servis veya tuvalet kitabı... Sakın yanlış anlaşılmasın. Bu kötü birşey demek değil. Benim kitaplarımın böyle statüleri vardır. Ders kitabı gibi olanlar evde okunur. Mümkünse akşam saatlerinde, televizyon kapatılır, gözlükler takılır ve ciddiyetle okunur. Kimisi çanta kitabıdır. Otobüste, serviste boş olan heran da çıkarılır ve okunur. Öyle merak edersiniz ve öyle etkilenmişsinizdir ki etrafta olup biteni görmez, duymaz, kaldığınız yerden devam edersiniz. Bazıları ise tuvalet kitabıdır. 1 kaka süresine sığacak öyküler vardır. Eğlenirsiniz, sıkılmazsınız ve saçmasapan bir şekilde vakit geçirmek yerine birşeyler okumuş olursunuz. Kalıcı da olur tuvalette okunanlar. En azından benim için öyle oluyor. Bu kitapta okuduğum ve çok hoşuma giden bir söz; HOŞT ÇAKAL :)
İşimden nefret ettiğimi söylemiştim değil mi? Sanırım yine yaklaşan bir bunalımın eşiğindeyim. Düşünüyorum neden bu kadar kafakarışıklığım var. Neden bu kadar çocukça inanışlarım, çaresizliklerim var? Benim yalnız kalmam lazım. Tüm bağımlılıklarımdan kurtulup uzaklaşmam lazım herşeyden. Gitmem lazım. İşi, aileyi, sevgiliyi, eşyalarını neyim varsa bırakıp gitmem lazım. Biraz sürünmem lazım, kendi başıma ayaklarımın üstünde kalmayı öğrenmem lazım. Çok sıkıldım artık çalışmaktan ve sürekli önüme koyulanı yemekten. 19 yaşından beri lacivert takımlı, kravatlı salaklarla çalışıyorum. Evet bankacıları sevmiyorum. Ama daha çok mühendisleri sevmiyorum. Bugünlerde yeni bir huy edindim. İnsanları mesleklerine göre seviyorum ya da sevmiyorum. Mesela mühendisleri hiç sevmiyorum. Sanırım birkaç tane dost var sevilesi mühendis. İstisnalar herzaman vardır canım. Neden sevmiyorum? Çünkü mühendisler. Hayatlarında yaptıkları tek şey mühendis olmak olmuş ve bu övüntüyle o kel kafalarını, yağlı göbeklerini, koca kıçlarını nereye koyacaklarını şaşırıyorlar. Hayat görüşleri ise ye, iç, sıç, oku adam ol. Evet oku ama herşeyi oku. Hayatı oku. Empati yoksunları. Mühendis olmamanızı ümit ederek yazıyorum tüm bunları. Çünkü cevap vermek bile istemiyorum. Ben böyle düşünüyorum. Saygı duymak zorunda değilsin eğer bir mühendissen! Bazılarınız da amma komplex yapmış hatun diyebilir. Keşke enerjim olsada uzun uzun bunun bir komplex olmadığını ve gerekçelerini anlatabilsem!
Ben mi neyim? Hiçbirşey değilim. İnsanım. Dünyadan, sıradan, herhangi bir insan... Mesleğim mi ne? Daha benim sahiplenmediğim, istemediğim bir meslek ya da ünvan için (hergün lanet ederek geldiğim bir iş için) benim mesleğim demem hiç doğru olacağını düşünmüyorum.
Bırak git öyleyse aa deli misin be kadın? İşte o dötte henüz bende yok sanırım.
1 Ocak 2010 Cuma
Sitem
1 Ocak 2010
Klasik olacak ama koskaca bir yıl gitti... bitti...
Yılın ilk günü biraz depresifim sanırım. Sanırım değil aslında aynen öyleyim.
Karışığım. Biliyorum, bu normal halim değil mi ki benim?
Bir yerlerde yanlış yapıyorum.
Seni onaylamayan insanları sende sevmiyor musun? Bu kadar mı zavallıyız? Hep takdir beklentisi ile yaşamaya bağımlıyız? Evet yine kızdım birilerine ya da birisine ve evet yine kusuyorum içimdekileri buraya!!!
Yeni yıla çok güzel bir evde bir partide girdik. Çok eğlendim. Uzun zamandır gülmediğim kadar çok güldüm. Ama bu nişanlılık olayı, artı işimdeki ciddiyetim beni biraz fazla geriyor sanırım. Sapıtamıyorum artık. Sürekli kendime her konuda hakim olmak zorunda hissediyorum kendimi. Sarhoş olmuyorum. Dağıtmıyorum. Deli gibi dans etmiyorum... eee cümle alem sarhoş bir ben ayık yapılan tüm saçmalıklar birbir batıyor gözüme! Eh bir de bu saçmalıklara sevgilim de dahil olunca dayanamıyorum. Başlıyor benim içimdeki canavar huzursuzlanmaya. İnsanlar sarhoş, herkes birbirine acayip haller halinde. Düşenler, kalkamayanlar, konuşamayanlar, yürüyemeyenler, saçmasapan konuşanlar, tribe girenler, yiyişenler, eş değiştirenler vs.vs. Tüm bunlar olup biterken eğlenmek mümkün değil mi? Mümkünse ben niye başaramıyorum. Tüm bu hengamenin içindeyken Rüya "neden mutsuzuz bunun yolu nedir?" demez mi birde... Gülüp geçemedim dediğine. Boşver eğlenmene bak deyip geyikte yapamadım. Takıldım gittim bir cümleye. Sonra oturduğum yerden başladım olup biteni izlemeye. Herkes mutsuz gerçekten. İçerek unutmaya çalışanlar, birkaç saat sarhoş olarak özgürlüğünü bulmaya çalışanlar... Ama en zavallısı bendim sanırım içlerinde birkaç saatliğine de olsa onların yaptığını yapamayan! Birkaç saatliğine de olsa ruhumu özgür bırakamayan!
2010' a ilk girdiğim anı anlatmalıyım birde. Gittiğimiz evin terasındaydım. İstanbul' u yüksekten gören bir yer. Havai fişekler başlandı atılmaya. Hava ılık. Havai fişeklerin sesiyle kuşlar havalandı. İnanılmaz güzeldi. Gökhan' ı bekledim yanımda olsun diye ama benim sevgilim o esnada arkadaşlarıyla birlikte içki hazırlama telaşındaydı. Ne yalan söyleyeyim yanıma gelmesini beklerdim. Ama malesef birkaç alışamadığım huyundan bir tanesi. Arkadaşlarıylayken bambaşka bir adam oluyor neredeyse. Tuhaf, yabancıladığım bir adam. İşin kötüsü düşündüklerimi duymak istemiyor. Ben ciddileştikçe, o sapıtmak istiyor. Herkesin imrendiği o uyum var ya aramızda uçup gidiyor. Yine diyesim geldi. Atılır mıyım oyundan, benzemezsem diğerlerine! Evet atılırım. Kimse istemiyor seni oyununa. Sevgilin bile! "Keşke gelmeseydin sen olmazsan daha çok eğlenirdim" diyecek kadar istenmiyorsun. Birkaç haftadır benim gerginliğim sonrası ortamlara ayak uyduramam ve gördüğüm çarpıklıkları eleştirmem sonucunda aramızda bir gerginlik bir soğukluk var. Açıkcası böyle devam ettiği sürece benim de içimden pek birşey yapmak gelmiyor.
Neyse, pek bir özel hayatı sergileyen bir yazı oldu bu yazı! Canım sıkkın yılın ilk günü...
Klasik olacak ama koskaca bir yıl gitti... bitti...
Yılın ilk günü biraz depresifim sanırım. Sanırım değil aslında aynen öyleyim.
Karışığım. Biliyorum, bu normal halim değil mi ki benim?
Bir yerlerde yanlış yapıyorum.
Seni onaylamayan insanları sende sevmiyor musun? Bu kadar mı zavallıyız? Hep takdir beklentisi ile yaşamaya bağımlıyız? Evet yine kızdım birilerine ya da birisine ve evet yine kusuyorum içimdekileri buraya!!!
Yeni yıla çok güzel bir evde bir partide girdik. Çok eğlendim. Uzun zamandır gülmediğim kadar çok güldüm. Ama bu nişanlılık olayı, artı işimdeki ciddiyetim beni biraz fazla geriyor sanırım. Sapıtamıyorum artık. Sürekli kendime her konuda hakim olmak zorunda hissediyorum kendimi. Sarhoş olmuyorum. Dağıtmıyorum. Deli gibi dans etmiyorum... eee cümle alem sarhoş bir ben ayık yapılan tüm saçmalıklar birbir batıyor gözüme! Eh bir de bu saçmalıklara sevgilim de dahil olunca dayanamıyorum. Başlıyor benim içimdeki canavar huzursuzlanmaya. İnsanlar sarhoş, herkes birbirine acayip haller halinde. Düşenler, kalkamayanlar, konuşamayanlar, yürüyemeyenler, saçmasapan konuşanlar, tribe girenler, yiyişenler, eş değiştirenler vs.vs. Tüm bunlar olup biterken eğlenmek mümkün değil mi? Mümkünse ben niye başaramıyorum. Tüm bu hengamenin içindeyken Rüya "neden mutsuzuz bunun yolu nedir?" demez mi birde... Gülüp geçemedim dediğine. Boşver eğlenmene bak deyip geyikte yapamadım. Takıldım gittim bir cümleye. Sonra oturduğum yerden başladım olup biteni izlemeye. Herkes mutsuz gerçekten. İçerek unutmaya çalışanlar, birkaç saat sarhoş olarak özgürlüğünü bulmaya çalışanlar... Ama en zavallısı bendim sanırım içlerinde birkaç saatliğine de olsa onların yaptığını yapamayan! Birkaç saatliğine de olsa ruhumu özgür bırakamayan!
2010' a ilk girdiğim anı anlatmalıyım birde. Gittiğimiz evin terasındaydım. İstanbul' u yüksekten gören bir yer. Havai fişekler başlandı atılmaya. Hava ılık. Havai fişeklerin sesiyle kuşlar havalandı. İnanılmaz güzeldi. Gökhan' ı bekledim yanımda olsun diye ama benim sevgilim o esnada arkadaşlarıyla birlikte içki hazırlama telaşındaydı. Ne yalan söyleyeyim yanıma gelmesini beklerdim. Ama malesef birkaç alışamadığım huyundan bir tanesi. Arkadaşlarıylayken bambaşka bir adam oluyor neredeyse. Tuhaf, yabancıladığım bir adam. İşin kötüsü düşündüklerimi duymak istemiyor. Ben ciddileştikçe, o sapıtmak istiyor. Herkesin imrendiği o uyum var ya aramızda uçup gidiyor. Yine diyesim geldi. Atılır mıyım oyundan, benzemezsem diğerlerine! Evet atılırım. Kimse istemiyor seni oyununa. Sevgilin bile! "Keşke gelmeseydin sen olmazsan daha çok eğlenirdim" diyecek kadar istenmiyorsun. Birkaç haftadır benim gerginliğim sonrası ortamlara ayak uyduramam ve gördüğüm çarpıklıkları eleştirmem sonucunda aramızda bir gerginlik bir soğukluk var. Açıkcası böyle devam ettiği sürece benim de içimden pek birşey yapmak gelmiyor.
Neyse, pek bir özel hayatı sergileyen bir yazı oldu bu yazı! Canım sıkkın yılın ilk günü...