Farklı olmanın cezası sabittir!

Oysa ne güzeldir hayattan bihaber öyle yaşayıp gitmek. Farkında değilsindir hiçbirşeyin... ne güzel!

Yatarsın, uyursun hiçbirşey düşünmeden... sananedir senden gerisi?

Yapabilseydim gözlerimi kapatmak isterdim gördüklerime, kulaklarımı tıkamak duyduklarıma... öyle yaşayıp giderdim bende duymadan, görmeden, bilmeden!

28 Şubat 2010 Pazar

Birkaç rahat nefes...

Evde 2 dergi buldum. Dün bütün gün çantamda gezdirdikten sonra, bu sabah kahvaltıdan sonra okumak fırsatını buldum. Bir yanda keyifle yudumladığım Türk kahvesi (Türk kahvesi büyük harfle mi yazılıyor, bilemedim), bir elimde sigaram, kaloriferin yanına oturdum, uzattım ayaklarımı aldım dergiyi elime... Uzun zamandır bu kadar keyif aldığım bir anım olmamıştı. Evde tık yok, bir ben, kendimle başbaşa. Okuduğum derginin adı "Mor Menekşe" Doktorların üye olduğu bir dergiymiş. Mutluk ve sağlık dergisi yazıyordu. Nerden geçti elime bilmiyorum. Depresyonla ilgili falan bişiler yazıyordu. Ahanda benim konum dedim gömüldüm. Neyse okuduklarımdan küçücük birşeyi paylaşayım. 
"Herşeyin daha iyi anlatabileceği bir yol vardır...
NewYork' ta, Brooklyn Köprüsü üzerinde dilenen kör bir dilenci bir gün, bir şairin dikkatini çeker. Dilenenin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu sorar. Dilenci de, sekiz dolar kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek birşeyler yazar; "Şimdi buraya senin kazancını artıracak birşeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin" der ve oradan ayrılır.
Şair, bir hafta sonra dilencinin yanına uğrayıp kendini tanıtınca dilenci; "Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum, tabelaya ne yazdınız?"
Bunun üzerine şair gülümser ve; "Tabelada 'Doğuştan körüm, yardım edin' yazıyordu. Bense 'Bahar gelecek ama ben yine göremeyeceğim' yazdım" der.
Böyle işte...  Yalnız benim bu yazıdan çıkardığım herşeyin daha iyi anlatabileceği bir yol vardır değilde, insanların bam teline dokunmanın ne kadar etkili ve kolay olduğu gibi birşey oldu. 
Türk kahvesini çok severim. Hergün kahvaltıdan sonra mutlaka içeceğim. Kahvaltıdan sonra içemediysem günün ilerleyen saatlerinde mutlaka... Merak ettim nerden gelmiş bu kahve alışkanlığı bize? Telvesi ile ikram edilen tek kahve türüymüş. 
Kahvenin kökeni araştırmacılar tarafından 14. yy başlarında Güney Habeşistan'dan tüm dünyaya yayıldığı şeklindeymiş. Oradan Yemen' e geçmiş. Oradan da tüm dünyaya yayılmış.Kahvenin Osmanlı İmparatorluğu'na gelişi konusunda iki hikaye varmış. Birincisine göre, 1554 yılında Suriyeli iki girişimci tarafından (Halepli Hukm ile Şamlı Şems) İstanbul'a getirilmiş. 
Diğer hikayeye göre ise 1517 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul'a getirmiş.  Yemen Valisi Özdemir Paşa, böylelikle Yemen'den getirdiği kahveyi saraya taşıyor. Türk kahvesini, sarayın görkemli salonlarında, 40 kişilik kadrolu kahveci ustaları tarafından özenle Sultan'a servis ediliyor. Harem'de cariyelere doğru kahve pişirme dersleri başlıyor.
Derken, ilk olarak Tahtakale'de açılan ve tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk kahveyle tanışmış. Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurur.

Saray mutfağında ve evlerde yerini alan kahve, çok miktarda tüketilmeye başlanmış. Çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulduktan sonra dibeklerde dövülerek cezvelerde pişirilmek suretiyle içiliyor ve en itibarlı dostlara büyük bir özenle ikram edilir olmuş. Türkler tarafından bulunan yepyeni hazırlama metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek Türk kahvesi adını almış.
Daha bir sürü şey vardı aklımda yazacağım. Konsantrasyonum yok. Zira televizyon karşısında aç karnına yazı yazılmıyormuş. Bu nedenle burada bitireyim. 
Son birşey, şaşılacak derecede iyi hissediyorum kendimi. İyi hissetmek için herşeyi yapıyorum. Bugün tüm gün ders çalıştım mesela. Sırf kendime verdiğim sözleri tutabildiğimi gösterebilmek için. Zaman zaman gelmiyorlar değiller ama en azından nefes alabiliyorum.
Sii yuuu canlar

22 Şubat 2010 Pazartesi

Abbas yolcu

Bir insana ne zaman "SENDEN NEFRET EDİYORUM" dersiniz?
Sinirlendiğinizde veya sadece can yakmak için? Hangi noktaya geldiğinizde nefret edersiniz? Nefret etmek bir anlık birşey midir? Yani şimdi nefret edip, ertesi gün sevebilir miyiz?

Söylenmez! O kelime öyle cart diye çıkmayacak ağızdan... çıkıyorsa da benim bundan anladığım artık bitirilmiş birşeyler, gözden çıkarılmış, gitme vakti gelmiş demek olduğudur. "Hayatımdan git" demenin başka türlüsüdür.

Evet daha kendime söylemeyi beceremiyorum. Düşünmek bile can acıtıyor. Yine gelmiş gitme vakti. Sanırım hepsi aynı sonunda, sadece kişiler farklı. Hep bir yerde gitmek gerekecek. Ne diyordu bir yazıda, bavulları hep toplu durmalı insanın. Durmuyor işte düşünmüyorsun birgün gideceğini! Afyonlanıyorsun, kanıyorsun. Sonra bir anda sadece 10 dakikalık bir konuşma ile bildiğin, inandığın ne varsa tüm emeklerin herşey tuz buz oluyor.

Düşünüyorum da ben herkesten nefret ettiğimi düşünürüm ya sıksık, insanlara çok kızdığımdan vs.  Ama ben kimseye, hiçkimseye "SENDEN NEFRET EDİYORUM" dememişim, bunu farkettim. Kimsenin bu denli canını yakmaya yeltenmemişim. Bu kelimeyi telaffuz edecek kadar kimseden nefret etmemişim demekki. Bir de bana derdi hep, kin tutuyorsun diye. Ben kin falan tutmayı beceremezmişim ki. Ben kimsenin gözünün içine bakarak onun dibe çöküşünü izleyemem ki...

Evet evet tamda böyleydi. Çırpındım. Vücudum tamamen suyun altındaydı. Elimi uzatıyordum. Su beni hızla aşağı doğru çekerken. Elimden tut, ölmek istemiyorum diyordum bin defa aklımdan, suyun altındayım ya sesim çıkmıyor. Gözlerim büyümüş, ağzımdan balonlar çıkıyor. Daha hızlı batmam için suya daha kuvvetli itti beni. Sonrası tuhaftı. Ölüyordum. Tuhaftı. Hiç korktuğum gibi değildi. Soğuk değildi ölüm. Huzurluydu. Ağlayarak uyandım. Nedenini bilmiyorum. Rüyamda mutlu olduğumu hatırlıyorum oysa.

19 Şubat 2010 Cuma

Chuck Palahniuk

Cuma gecesi...
Bitti sonunda bu haftada sağ salim, sıyrıklarla atlattım.
Yaktım bir sigara, yatakta uzandım okuyorum birşeyler... Sessiz sessiz Dido benim için söylüyor.
Aklıma, gözüme takılanlar...
Chuck Palahniuk' tan.

Birine gününün nasıl geçtiğini sorduğunda bunu sormanın sebebi kendi gününü anlatmak istemendir. Birine aşık olmanın sebebi, onun sana aşık olmasını istemen.


Antik Yunan kültürü uzmanları, o dönemde yaşamış insanların fikirlerini kendilerine ait saymadıklarını söylüyorlar. Antik Yunanlılar akıllarına bir fikir geldiğinde, bir tanrı veya tanrıçanın kendilerine bir emir verdiğini sanıyorlardı. Apollo onlara cesur olmalarını söylüyordu. Athena ise âşık olmalarını söylüyordu. Günümüz insanları ise ekşi kremalı patates cipsi reklamı duyar duymaz, satın almak için hemen sokağa fırlıyorlar ama buna özgür irade diyorlar artık.



“Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olmayacağız... Hepimiz heba oluyoruz... Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş... Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız... Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık.... Bizim savaşımız ruhani savaş... Ve bunalımımız kendi hayatlarımız...


Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif sahasıdır. Hiç birimiz yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz. Safhalar değiştirilemez, sadece eklemeler ve çıkarmalar vardır. Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir...


İnsan bu bedenin, bu koca bebeğin esiri olduğuna inanamıyor. onu beslemek, yatağa yatırmak ve tuvalete götürmek zorundasın. daha iyisinin icat edilememiş olmasına inanmak istemiyor insan. daha az ihtiyaçları olan, daha az vakit kaybettiren bir şey icat edebilirdik.


Sahip olacağım her şey bir gün kaybedeceğim şeylerden sadece biri.


Yetersizliğim pekala yeterli oluyordu bana.


Her şey berbat bir hal almadığı sürece yoluna da girmeyecek.


Beyin korteksi, yani cerebellum, işte bütün sorun orada. Eğer sadece beyin sapını kullanarak yaşayabilirseymiş, sorun ortadan kalkarmış. Bu mutluluk ve üzüntünün ötesinde bir yer olurmuş. Balıkların psikolojik durumlarına bağlı olarak ızdırap çektiklerini göremezsin. Süngerler asla kötü bir gün geçirmez.
Amacım hayatımı basitleştirmeye çalışmak değil, kendimi basitleştirmek.



"Bütün bu aptal taşlarla ne yapmaya çalışıyorsun?" diye sorarım.
"Bir yere varmaya çalışmıyorum" der Denny. " Önemli olan bir şey yapıyor olmak, işin kendisi önemli."
"Peki ne yapacaksın bütün bu kayaları?"
Denny " Yeterince toplayınca karar vereceğim," der.
"Peki ne zaman yeterince olacak?"
"Bilmiyorum dostum," der Denny. "Sadece geçirdiğim günlerin bir işe yaramasını istiyorum."
Hayatımızın her günü, örneğin televizyon önünde yok olup gideceğine, der Denny, yaşadığı her günü bir kaya göstersin istiyormuş. Elle tutulur bir şey. Sadece bir şey. Her günün sonunu belirlemek için bir anıt. 



Ben bağımlıları takdir ederim. Herkesin kör bir kaza kurşununa veya ani bir hastalığa kurban gitmeyi beklediği dünyada, bağımlıların yolun sonunda kendilerini neyin beklediğini bilmek gibi bir lüksü vardır. Nihai kaderin kontrolünü birazda olsun eline almıştır ve bağımlılığı sayesinde ölüm sebebi büsbütün sürpriz olmaktan çıkmıştır.


Gerçek dışı şeyler gerçeklerden daha güçlüdür. Çünkü hiçbir şey sizin hayalinizdeki kadar mükemmel olamaz.


İnsanlar dünyanın güvenli ve düzenli bir yer olması için yıllarca çalışırlardı. Ama kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hiz limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı...Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.


Çok fazla kanun olduğu için boka batmanın bin bir türlü yolu vardı.


Dünyayı parçalara böldük, ama parçaları ne yapacağımızı bilemiyoruz.


Unutamadığın kişi her zaman senden uzakta olandır.


Hiçbir zaman tamamlanmış olmayayım, ne olur. Hiçbir zaman halimden memnun olmayayım. Hiçbir zaman kusursuz olmayayım. Kurtar beni, Tyler, kusursuz ve tamamlanmış olmaktan.


Çift projektörle film gösteren o eski sinemalarda, bir böbinin bitmesi ile öbürünün başlaması arasındaki boşluğu seyirciler fark etmesin diye, makinistin her saniye orada olup iki projektör arasında mekik dokuması gerekir.Tepede perdenin sağ üst köşesinde beliren beyaz noktaları beklersiniz. Meslekte bunlara "sigara yanığı" denir. İlk beyaz nokta, bitişe iki dakika kaldığını gösterir. İkinci projektörü başlatırsın ki, zamanı geldiğinde hızını almış olsun. İkinci beyaz nokta, beş saniye uyarısıdır. Gerilim artmıştır. İki projektörün arasında durmaktasındır ve makinist odası zenon lambasının ışığından hamam gibi ısınmıştır...Her elinle birer kolu kavramış olarak iki projektörün arasında durur ve perdenin köşesine bakarsın. İkinci nokta görülüp kaybolur. Beşe kadar sayarsın. Projektörlerden birinin merceğini kapatırsın. Aynı anda, öbür projektörün mercek kapağını açarsın. Öbür projektör görevi devralır. Film devam eder. Seyircinin hiç bir şeyden haberi yoktur.


Yuva yapma içgüdülerine tutsak düşen tek ben değildim... Hepimizde Johanneshov markalı koltuktan var, yeşil çizgili Strinne deseniyle kaplı...Hepimizde Rislampa/Har markalı aynı kağıt lambadan var... Benimki artık bir konfeti... Çelik üstüne çinko kaplama Vild marka ayaklı saaatim. Tanrım ona sahip olmasam ölürüm...Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe...Sonra hayalinizdeki yatak. Sonra aradığınız tabak takımı. Sonra o güzel yuvanıza kısılıp kalırsınız. Bir zaman sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.


Eğer ne istediğini bilmezsen, bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş.


Şimdiye kadar nasıl yaşadıysan gene öyle yaşayacasın sanırsın. Sonra beklenmdedik bir anda biri çıkar gelir. Etrafındaki kimseye benzemez. Kendini bu yeni insanın aynasında görmeye başlarsın. Var olanı değil, sende eksik olanı gösteren sihirli bir aynadır ve sen bunca zaman aslında hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığını bilmediğin bir şeye hasretlik çektiğini anlarsın. Şamar gibi iner hakikat suratına...


Her şey bir diğerinin türevi. Bir göndermeye yapılan bir göndermeye yapılan gönderme.


Hepimiz aynı televizyon programlarıyla büyüdük. Sanki hepimize aynı suni hafıza taklımış... Hepimizin belli başlı hedefleri aynı. Hepimizin korkuları aynı. Gelecek parlak değil... Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız Mükemmel bir uyum içinde olacağız. Senkronize. Birleşmiş. Eşit. Kati. Karınclar gibi. Böcekler gibi. Koyunlar gibi.


Kızı sakinleştirmek ve dinlenmesini sağlamak için balığımın hikayesini anlatıyorum. Bu ömür boyu sahip olduğum altı yüz kırk birinci balık. Tanrının yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.

18 Şubat 2010 Perşembe

Yaşamaya yeteneğim yok benim

Ne oluyor benim hayatıma?
Ne oluyor bana?
Ya da ne olur sana?
Ne oluyor dünyaya?

"Aşk, her sorunu aşamıyor. Denedim ve gördüm." demiş Ferda.
Aşk bitiyor aşkın bile içine etmeyi başarıyoruz. Sonra da boku aşka atıyoruz. Aşk karın doyurmuyor, sorunu aşamıyor vs. Sorun aşkta falan değil sorun bizim kocaman sandığımız küçücük beyinlerimizde!

İki gündür kılcal damarlarıma kadar tıkandığımı hissediyorum. Kan akışı hızlanıyor damarlarımda, tıkanıklıktan kalbe ve beyne ulaşamıyor. Kalbim duracak gibi oluyor, beynim çalışmıyor.

Sığınabileceğim hiçbirşeyimin kalmadığını hissediyorum. Nasıl bir boşluk bu? Ya Tanrı benimle ağır dalga geçiyor ya da yine birşeylerin karması giriyor. Her ne boksa bitsin artık!

Kafamı gömsem kuma, herkes unutsa beni, ben bile unutsam...

"Ya dışındasın bu çemberin ya da içinde yer alacaksın" Şu an çalan şarkı bu! Bir sen eksiktin. İçinde nasıl yer alayım bu çemberin, dışındayım tabi ki... emin misin diyor bir tarafım.

Başım çatlıyor, burnum sızlıyor. Çok kırgınım herşeye, bir anda nasılda yapayalnız kalabiliyor insan? Hani yalnız kalabilirdim ama yalnız olamazdım Gökhan? Ne oldu! Bak bombok bir haldeyim ve en sert en kocaman haliyle yalnızım şuan!

İçim daralıyor, içim! Burası ağlama duvarım oldu adeta. Amaç neydi ki zaten! Bağıramadıklarımı burada bağırmak değil mi?

Aşk acısı falan da değil çektiğim. Eskiden, küçükken, hayat daha güzel daha hafifken sevgilinle kavga ederdin. Kıskanırdı falan seni işte. Küserdiniz. Ev telefonunun çalmasını beklerdin. (Cep telefonu yoktu ne güzel o zamanlarda) Çünkü bilmezdik birbirimizi bu kadar yaralayacak sözleri,  bilmezdik bu denli can yakmayı. Salak derdik. Şimdilerde salak demek aaa ne saygısızca oldu. "Salak" demek saygısızca ama "hayatımda senin olman beni artık mutsuz ediyor" güzel öyle mi? "Manyak" demek saygısızca, adi, banel ama "son zamanlarda uyuz oluyorum sana, nefret var içimde ve bunu sağlayan senin ukala tavırların" demekte birşey yok değil mi!!! Şimdiki kavgaların herbiri enkazlar bırakıyor, içini parça parça ediyor. Toparlanmak zaman alıyor. Öpücükler yaraları kapatmıyor. "Sensiz yapamam" denirdi önceden, o zamanda bilirdik başa gelince eşşek gibi de yaparsın, hiçbirşey olmaz, insan acıdan ölmez ama öyle inanırdık. Birbirimizsiz yapamayacağımıza inanırdık. Şimdi arabesk oldu bu sözler. "Herkes herkessiz yapar hayatım" oldu karşılık verilen cevaplar. Sokayım gerçekçiliğinin taa dibine!!! İyi ki söyledin, ne güzel oldu. Hayatımda ki ne büyük bir sorun çözüldü bilemezsin. Ha birde bu yetmezmiş gibi yapılan en saçma geyiğe ben ciddi ciddi cevap verdiğimde, "şaka yapıyorum sevgilim ne bu ciddiyet" cevabına karşılık "mizah anlayaşım yok benim" deyip kendime bok atarak hala karşımdaki zattı yüceltebiliyorum.

Bunu da beceremiyorum. Neyi başarabildim ki zaten hayatımda! İnsan ilişkilerim sıfır, iş ilişkisi diye birşeyim zaten yok, ailemle bile doğru dürüst bir diyalogum yok, ne okulu bitirebildim ne yazıldığım kursları. Birde evlenmeye falan kalkıyorum. Hayallere kapılıp. Benden bi bok olmadıki hiç şimdi anne mi olacak, eş mi? Komik :)) Bunu da sürdürmeyi başaramıyorum bak ortada! Beni istemiyor artık. Canı sağolsun.

Kendimi tanıyamıyorum. Nasıl bu kadar öfkeli bir insan haline geldim. Sıkıştım kaldım. Ne eskisi gibi olabiliyorum, ne şimdi ki halimle yaşayabiliyorum. Ne olacak lan böyle deyip duruyorum. Biri birşey söylesin yalvarırım.

Yaşamak için bir amaç gerekmez mi? Bir amaç beğensem diyorum kendime, bakıyorum etrafıma malesef çekici gelen birşey bulamıyorum. Ne olacak böyle lütfen anlattıklarımı anlayan, yaşamış, çıkış yolu bulabilmiş biri varsa birşeyler söylesin bana! Hiçbirşey olmayacak böyle gidecek demeyin ama lütfen. Birşey olmalı.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Yaşam, gecenin konusudur. Saat 14:12 am

Karanlık fotoğraflar çektirmek istiyorum. Siyahlar içinde gri bir poz versem...

Tuvalete her girdiğimde popomu sileceğim her vakit, aklıma küçüklüğümde duyduğum bir muhabbet geliyor. Nezaket Teyze vardı. Öğretmendi. Ailede saygı duyulan, çekinilen bir hatundu. Demiş ki birgün bizimkilere, işini gördükten sonra önce tuvalet kağıdı ile sileceksin sonra suyla yıkayacaksın sonra tekrar tuvalet kağıdı ile sileceksin. Bizimkilerin aklı ermemiş zaar. "Olur mu canım öyle? Ona tuvalet kağıdı mı yeter? İsraf anacım israf bu Nezaket' in söylediği de..." Canlarım benim kendilerini savunacak bin tane mazeret sıralamışlardı. Nezaket teyzede yaman hatunmuş baksana kadının etkisine :)

Bir haber izledim. Adam karısını kendisinden boşanmak istediği için asit döküp, yakmış. Kadının tek gözü kör olmuş, diğer gözünü ise kurtarmaya çalışıyorlarmış. 25 yaşındaymış daha kızcağız. İçim acıdı.  Böylesine nasıl bir ceza verilmeli diye düşünüyordum. Bulamadım. Benden hukukçu falan olmazmış. Bir yandan asmalı bunları ibret olsun cümle aleme derken, bir yandan hasta bunlar tedavi edilmeli deyip, diğer taraftan nasıl bir ruh hali bunalımki bu karısına böyle birşey yapabilmiş diye anlamaya çalışıyorum. Nasıl bir yaratık insan? Düşünsenize Adem bile merakından cenneti redetmiş. Sahi var mı acaba bu elma, şeytan vs. olayı? Neyse konuyu dağıtmayayım ne diyordum? Hayvan herif... hapislerde çürüyesin emiiii!!!

Daha anlatacaklarım var. Aldığım kitapları yazmıştım ya, Gündüz Vassaf' ın Cehenneme Övgü' süne başladım. Nasıl güzel bir kitap bu! Altını çiziyorum. Fırsat buldukça paylaşmaya çalışacağım.

İş yerinde olduğumu unutmadan işime geri dönmeliyim. Anlatmak istediklerim başka zamana veya içimde patlasın :(

İşimden ve birlikte çalıştığım insanların birçoğundan nefret ettiğimi söylemiştim değil mi? Bu duyguyu içime yerettiren ve pekiştiren sevgili çalışma arkadaşım Emre' yi de buradan anmasam olmaz, selamlar!!!

Radyasyondan çok birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar - Saul Bellow

8 Şubat 2010 Pazartesi

Kimse sandığım kadar masum kalmadı

Tertemizdi sanki dünya gözlerimi açtığım anda

Hiç düşünmeden inandım masal tadında yarınlara
Yalanlar ortasında kaldı tüm çocukluk anılarım
Çizgi romanların dışında bir kahraman bulamadım
Toz pembe olmasaydı keşke tüm rüyalarım
Hep sorular sordum ama cevaplarını alamadım
Hep yalan söylenmiş hep yalan
Kavuşamadı hiç ayrılanlar, masallar gerçek olmadı
Aşık oldugum sokaklarda kimseler konuşmadı
Ama şehir hiç susmadı hep ağladı hep ağladı…
Son bir umut verse biri
Ve güzel olacak bir gün herşey dese
Ben inanirim belki de bu yalana
Ben de alışırım gözlerimi kapamaya
Bir yol görünse uzaklarda ışıklar altında son bulan
Melekler alsa beni götürse karanlığa teslim olmadan
İşkence gördü asfaltlar, çatlaklarına kan doldu
Yıkıntılar arasında kaç çocuğun hayalleri kayboldu?
İnsan neden kendini unuttu neden kendinden oldu?
Hangi yolda kaç kişi bir hiç uğruna canından oldu?
Hep yalan söylenmiş hep yalan
Ayrılanlar hiç kavuşmadı, dinlediğim masallar hiç gerçek olmadı
Kimse sandığım kadar masum kalmadı, savaş durmadı ölüm azalmadı
                                                                     (Manga-Alışırım Gözlerimi Kapamaya)

Boyalı Kuş - Jerzy Kosinski

Boyalı kuşların hikayesini bilir misiniz? Aklımda, uzun zamandır anlatacağım araya başka birşeyler giriyor. Anlatacağım, üşeniyorum. Anlatacağım, unutuyorum. Bu sabah hazır yazı konusunda hamaratlığım üstümdeyken yazayım dedim. Yazıda kitaptan, forumlardan, edebiyat sitelerinden alıntılar var.

Farklı olmayı anlatmaktadır “Boyalı Kuş” isimli romanında Polonyalı yazar Jerzy Kosinski. Avrupa’nın Katolik ve Ortodoks ortamlarında, ikinci dünya savaşı sırasında ailesi tarafından korunmak amacıyla sokağa salıverilmiş kara kafalı bir Musevi çocuğun Nazi baskısı altındaki sarışın bir Avrupa’da yaşadıklarını.

1939 yılının sonbaharı, İkinci Dünya Savaşı'nın ilk haftaları. Binlerce benzeri gibi altı yaşındaki o küçük çocuk da, Orta Avrupa'nın büyük bir şehrinde yaşayan annesiyle babası tarafından uzak bir köye gönderildi. Bir takım olaylar bütün hesaplarını alt üst etti. Başıboş kalan çocuk bir köyden diğerine geçti durdu.

Savaşın dört yılını geçirdiği köyler, belirli bir bölgede toplanmıştı. Köylerinden dışarı çıkmayan, kendi aralarında yaşayan, sarı saçlı, açık tenli mavi gözlüdür oraların köylüleri. Oysa çocuk esmer, kara kaşlı ve kara gözlüydü. Herkes çocuğu Çingene ya da Yahudi sandı. O günlerde Yahudiler, Nazilerin emri ile öldürülüyor. Yanında bir yahudi barındıran da öldürülüyor. Bu nedenle çocuk doğru dürüst ailelerin yanında falan değil ne kadar deli tuhaf insan varsa onların yanında kalmak zorunda kalmıştır. Kitapta anlatılan öyküler insan psikolojisini altüst edecek tarzdan. Alıyorsun başını iki elinin arasına her öyküden sonra uzun uzun düşünüyorsun. En azından ben kendimi hep bu halde buldum.

Kitabın adı olan boyalı kuşun öyküsü ise yürek parçalayıcı: Çocuk, kuşçu Lekh'in yanına sığınır. Lekh ormanda en güzel kuşları yakalar, bunları köylülerle takas ederek hayatını kazanır. Ludmilla yöredekiler tarafından dışlanmış bir kadındır ve Lekh'in sevgilisidir. Zaman zaman buluşurlar, ancak hiç kimse kadının yaşadığı yeri bilmez. Ludmilla uzun süre ortadan kaybolduğunda Lekh en güzel kuşlardan birini seçer, onun her yanını rengârenk boyar. Ormanda, çocuğa kuşu ayaklarından tutarak sallatır, tepelerinde onun bağrışına gelen yeteri kadar kuş toplanmasını bekler. Sonra bırakır sürünün içine boyalı kuşu. O özgür olduğuna emin, katılır sürüye. Onlar ise kendilerinden biri olmadığına inandıklarından gagalayıp parçalarlar garip misafiri; zavallı kuş tüysüz, kan içinde düşer yere. Lekh'in sevgilisini görememesi uzadıkça kuşların kurbanlığı da sürer.

Farklı olmanın cezası sabittir.

Kendinden farklı olanı insanoğlu da aynı şekilde cezalandırır. Yüzyıllar boyunca dil, din, ırk ve kültür ayrımcılığının kanla belirlediği sınırların bugün iyice cılızlaşmış bir hümanizmle ortadan kalkması olsa olsa safdilli hayalimizdir. Cicili bicili medeniyet düzeyimize rağmen bugün halen devam eden savaşlar, kültür çatışmaları ve doğanın bahşettiği kaynakların paylaşımının insanlar arasındaki dil, din, ırk gibi çeşitli farklara göre yapılıyor olması insanı bu kati umutsuzluğa sürüklemektedir.

İnsanoğlunun boyalı kuşlara verdiği cezalar çok acımasızdır. Galileo Galilei dünyanın döndüğünü iddia ettiği için 1633 yılında Vatikan tarafından müebbet hapse mahkûm edildi ve başka bilim adamları, filozoflar, sanatçılarla çok kabardı bu liste. İnsanlık değişimden korktuğu içindir ki yüzyıllar boyunca farklı olana saldırdı durdu.

Ve memleketimiz de dünyadan hiç geri kalmadı bu dışlama, yabancılama konusunda. Örneklerini gündelik yaşamda izledik durduk. Bir uzun saçlılara saldırıldı, bir top sakallılara, bir küpeli erkeklere… Köylü aşağılandı, rahat giyinen kadın taciz edildi. Farklı renklerde giyinmekten tutun da, eşcinselliğe kadar hemen her derecede farklılığa büyük bir saldırganlıkla cevap vermekte dünya toplumlarından hiç de geri kalmadık.

Bir başlık gelmedi aklıma bu yazı için

Pazar günü oğlene kadar uyumak yapılacak en yanlış hareketlerden biri. Gece cin kesiliyor insan. Pazartesi, ilk iş günü insanlar dinlenmiş, yenilenmiş, pırıl pırıl başlaken haftaya ben dökülmüş, adapte olamamış, uykusuzluktan gözleri yüzü şişmiş, mutsuz mu mutsuz bir görüntüyle gidiyorum işe. Yanlış arkadaşım yanlış! Ne yanlışı? İt gibi gezdim işte yine... Uyudum doya doya üstelik sevdiceğimle :)

Sevdiceğim dedim de... uykuda tutmamışken henüz eteğimde dökecek ne çok taşım birikmiş. Dökeyim şöyle doya doya gece yarısına bir dakika kala.

2 hafta önce kadardı sanırım. Gökhan bir müzik yarışmasına katıldı. Üniversiteden bir arkadaşı "Miller Music Factory" adında Miller' ın düzenlediği bir müzik yarışmasına katılmış. (bkz. http://www.millermusicworld.com/) Neyse bu arkadaşımız finale kadar getirmiş işi. Gitaristi son anda gelemeyince Gökhan' ı arayarak kendisinden çalmasını rica etmiş. Gökhan' da kabul etmiş. 3 gün boyunca bir otelde kalarak eğitimler aldılar, hazırlandılar. Tam da Gökhan gitardan artık iyice soğudum deyip herşeyi çöpe atarken ve benim elimden birşey gelmezken oldu bu olay. Çok ta güzel oldu. Yeniden gitar çalıyor. Çok ta güzel çalıyor. Vallahi konuya aşkmeşk karıştırmadan söylüyorum, sanata azcık değer verilse şu ülkede ne güzel şeyler dinleyeceğiz. Ama dinleyemediklerimizden, sandıklara saklanan besteleri var benim sevgilimin de. Ne olur sararıp solmasına izin verme Allah' ım! Neyse lafı uzatmayayım. Yarışmada altenatif rock kategorisinde 3.oldular. :( Zaten 3 grup yarışıyordu. Ama haksızlık bu dedim yine! Evet içimdeki Calimero isyan etti. Birincilik olmasa bile ikincilik haklarıydı. Sahnede ses sistemi error verdi. Gitarlar duyulmadı. Bazen vokal duyulmadı. Şarkı güzel miydi? Ben pek sevmedim. (bkz. http://www.millermusicworld.com/miller.php#/userProfile.php?u=106077) Kuş kalpli kadın... pek olmamış be isimde pek bi itici. Şahsen ben bile yarışmaya kadar kuş kafalı kadın, kuş beyinli kadın deyip şarkının adını bir türlü diyemedim. Doyduk be artık böyle benzetmelere!

Neyse tüm bunlar yetmzemiş gibi sevgili grup üyeleri de pek bir ruhsuzdular sahnede. Grubun vokalisti ve bu işe asıl gönül veren kişi sahneye çıkana kadar ilgisizdi. Gökhan kalkıp gidiyor yanımda kuliste beklememiz gerekiyor, şöyle olması gerekiyor diye adamın olayla ilgisi yok. Ama Gökhan' ı pek bir takdir ettim. Ne çok pek bir diyorum yahu ben! Aferin dedim içimden belki de bin defa o gece. Sonuna kadar sorumluluk içinde davrandı. Sahneye çıktı, o şarkıyı bile hissederek çaldı. Müzik yaptı. Severek orada olduğunu gösterdi. Kaçıncı olmalarından daha önemlisi gönlümün birincisi oldu. Evet dedim bir kez daha "Benimle evlenir misin?" sorusuna.  Bu adam bir işe kolları sıvadıysa ya adam gibi yapar, ya da hiç bulaşmaz.

Nişan yüzüklerimi unutup duruyorum sağda solda... Birileri bulup getiriyor, yüzüğünü unutmuşun diye. Gökhan madem unutuyorsun takma dedi bugün. En azından sadece alyansını tak, tektaşını sakla. Ne havalı bir söz ya şu tektaş :) Kötü olmasın, kaybolmasın diye ilk zamanlarda takmıyordum sahiden. Sonra dedim ki kendi kendime ulan bu ne perhiz, ne lahana turşusu! Sen değil misin, ölüm var ölüm diyen. Saklama hiçbirşeyi gönlünce kullan, tadını çıkart diyen. Aldım taktım parmağıma. Kaybedersem birgün ühü ühü diye gelir burada sızlarım altıüstü. Ama ya hiç takmadan ben kaybolursam ya da Gökhan' ı kaybedersem....

Son zamanlarda bitmeyen depresyonumla en çok ta Gökhan uğraşır oldu. Bağırıp çağırmalar, herşeye alınmalar, binbir burun bükmeler ( bu da ne demekse) ve sürekli bir yalnızlık hali. Çakal kaçar mı ondan? Farketti tabii. Yanıma görev gibi geliyorsun diye lafı da koydu. Bu noktada kızdığım ne? Tam ben hatamı anladım deyip, düzelteyim kendimi artık deyip binbir zahmetle topladığım kafadan çıkan ışıltıları dağıtırken başlıyor bizimki söylenmeye. Yumuşadım ya bastır Gökhan' ım bastır! Ulan zaten farketmişim, bir çabam var değil mi? Niye şimdi? Söyleyeydin ya vakti zamanında. Yok bu da böyle demekki. Neyse demem o ki ben bu adamı seviyorum. Yanında mutlu olmayı özlemişim. Bugün onu farkettim. Kilo falan da aldı pek bi yakışıklı oldu hınzır :) Allah' ım sen ayırma tü tü maşallah.... Dün bana öyle bir tavır koydu ki öyle buz gibi baktı ki yüzüme onu kaybedebileceğimi hatırladım. Bazı duygular gerçekten keskin oluyor.

Son okuduğum kitapta yazar kitabın sonunda ölümün en büyük öğretici olduğunu anlatıyor. (Ahmet Ümit-Patasana) Tabi bence yöntem hastalıklıydı. Saçmaydı ama kitap güzeldi. Ahmet Ümit kitaplarını seviyorum.

Haftasonu 2 kitap aldım.
Ben Gidiyorum - Jean Echenoz
Cehenneme Övgü - Gündüz Vassaf

Bir kitapta hediye aldım. Küçük Prens :)
Keyifle okunası, okundukça okunası bir kitap. Ben çok sevdim. Fırsat bulduğumda alıntıları paylaşacağım.

Bir de alıntılarını paylaşacağım tavsiye edeceğim bir kitap daha var.
Kayıp Gül - Serdar Özkan

Benden bu kadar... uyumayı deneyeyim.

7 Şubat 2010 Pazar

Hay bahtıma tüküreyim. 40 yılın başında meclise bir dost buldum o da Amasya' da yaşarmış

Yaşamak denen şey zor zanaat... Belki de kolaydır da ben pek bi zorlaştıranlardanım. Nerde dert, keder var hoop ben oradayım. Neden yazıyorum bunları nereye varacak bu cümlenin sonu derseniz hiçbir fikrim yok. Öyle geldi içimden! Geçen haftaydı, çok güzel bir insan tanıdım. İnsan gibi insan derler ya o cinsten. Tuhaf bir çelişki var fakat bu söylediklerimde. Kendime çok benzettim, kendimi ona çok benzettim. Çok sevdim. E madem bana benzeyeni veya benim benzediğimi bu kadar çok sevdim kendimle alıp veremediğim ne? Kendimi bu kadar yerden yere vuruşum, çimdikleyip sürekli bokun en dibine sokmalarım, bu denli canımı acıtıp lanetler okumalarım? Nasıl bir çelişki bu, nasıl bir ikiyüzlülük? Bilen varsa söylesin, anlayan varsa anlatsın...

Benim gibi kendini ifade edememekten yakınan, insanlara düzene laf sokup duran, içinden sürekli avaz avaz bağıran ama hep susan...

Herşeyin farkında olup hiçbirşey yapamayan, bi boka yaramayacağını bile bile antidepresanlardan medet uman, böyle de gitmezki kardeşim deyip yeter diyemeyen, çekip gitme isteğiyle yanıp tutuşurken olduğu yere çaktığı kazıkların temelini daha da bir sağlamlaştıran...

Sürekli okuyup duran, okuduklarını anlatacak birini bile yanında bulamayan, kendini körebe seçip gözlerini bağlayıp altından merakla bakan sonra gördüklerine küfredip gözlerini çıkarmayı göze alan...

Ben hala anlatamıyorum demek istediklerimi, onun ağzından dinleyin kendisini... Çokta güzel anlatmış. Önceden kalemine sağlık derlerdi ya şimdilerde kalem kitap tutmaz olduk. Her bişi ahaa bu karakutunun içinde.

Ferda' nın blogundan,

"Her şey boş ve anlamsızsa eğer, toplum denilen safsatayı kıçına takmazsın pek… Tek hayalin bi ev, bi araba alıp, iyi bi iş bulmak filan olmaz. Sevmediğin bi işte çalışıp en kaliteli mobilyalardan almaya, en ankastre buzdolabını en bembeyaz eşyaları almaya çabalamazsın… Üzerine kıyafet diye giydiğin şeyler, berikinin kapıcı çocuklarına verilmek üzere bi köşeye ayırdığı kıyafetlerin aynısından olur ama aldırmazsın… Alır giyersin, kimin sana ne gözle bakacağını, hakkında ne düşüneceklerini umursamazsın. İnsanların köpekler gibi peşinden koştuğu hırslarını izlemekten bile korkarsın. Yatarsın, uyursun, görmezsin, duymazsın, duysan da aldırmazsın… Aldırsan da bi bok yapamazsın. Kuş beyinli insanların çoğunluk olduğu bir dünyada kıpırdayacak bi yer bulamazsın.. Bunalırsın, bunalırsın, bunalırsın…


Ve umursamazsın yine. Hepinizin ağzına sıçayım diye içinden çığlığı basar, dışından susarsın. Aa ne ağırbaşlı, ne hanımefendi insan derler sana. Gülümsemeni sunarsın… Arada her boku bildiğini sanan tipler çıkar karşına. En afilisinden cümleler kurarlar, entelektüel birikimlerini ortaya saçmak için fırsat kollarlar, egolarını o hiç kapanmayan çenelerinin içinde taşırlar. İnsanlarla dalga geçerek kendi zayıflıklarını kapatmaya çalışırlar. En çok da popüler kültüre sallayıp dururlar, bunu yapmak için de yine popüler kültürü seçerler. İşte bu insanlara bakar, içlerinde bi yerlerde güzel bi şey var mı diye merak edersin. Çünkü bilirsin “aslolan samimiyettir!” Bunu bildiğinden hiç çekinmezsin: “ben Zuhal Topal’la izdivaç izliyorum boş vakitlerimde” demekten ya da “feysbukum var evet evet feys dedim doğru duydunuz.” demekten… ya da “iphone, ikea ve benzeri bazı kelimelerin anlamını cidden bilmiyorum” demekten… küçük kadınları da izlersiniz, yaprak dökümünü de, arka sıradakileri de, lost dizisini de… heavy metal dinler, yer sofrasında yemek yemekten gocunmazsınız… her şey boş ve anlamsızsa eğer, insanların yapmaktan kaygı duyduğu her şeyi çok sıradan bi işmiş gibi yapabilirsiniz. ve anlayamazsınız. asıl korkulacak olan şeylerden korkmazken, neden ayakkabılarının tozlu olmasından korktuklarını, gömleklerinin ütüsüz olmasından korktuklarını, saçlarını ve makyajlarını 50 kere düzeltmek zorunda kaldıklarını… anlamazsınız…"

İnsan sever isyankar yazıları, şarkıları. Hee öyle tabi. Niye rock şarkıları bu kadar sevdik sanırsınız? Sen bağırazsın ya bir türlü, başkalarının bağırışında teselli bulursun. Aman algılarım açılmasın, ben böyle mutluyum, banane savaşlardan, açlıklardan, kapitalizmden, kominizmden, dinlerden dinsizlerden diyorsan bu sayfayı da kapat. Ama değilsen, istesende istemesende hepsi umurundaysa kendinden birşeyler bulasın varsa oku derim. Şu küçücük 2 paragrafın dışında daha niceleri var. Ahanda burda, http://ferdayilmaz.blogspot.com/